25 Aralık 2009 Cuma

Traffic Rush


Paralı parasız pek çok iphone oyunu denedim. Hatta o kadar heveslenip Sims 3 ve Monkey Island gibi diğer oyun platformlarında fırtınalar estiren oyunlara acayip paralar döktüm. Ancak hepsi hüsranla sonuçlandı. Mouse veya joystick olmadan oyunları oynamak eziyet gibi. Iphone oyun oynamak için hiç uygun bir alet değil...

diyordum ki bugün "Traffic Rush" diye bir oyun keşfettim. Okey'i saymazsak kesinlikle iphone'da oynadığım en basit ve eğlenceli oyun.
Oyunda dört şeritli iki yolun kesiştiği bir kavşağa tepeden bakıyorsunuz. Vızır vızır arabalar geliyor ve siz bazı bazı durdurarak bazı bazı hızlandırarak arabaların birbirlerine çarpmalarına engel oluyorsunuz. Çok basit gibi ama oynarken çok eğleniyor insan. Oynanış çok basit. Zaten işin en güzel kısmı da o. Üstüne basınca araba duruyor şöyle bi üstünden sürüyünce parmağınızı hızlanıveriyor.

Üstelik de bir süre için bedava. Bence iphone sahiplerinin kesinlikle kaçırmaması gerek.

Bear Grylls Sen Kocaman Bi Çılgınsın

Discovery Chanel'daki Ultimate Survival programının fake olduğuna dair ciddi iddialar var. Hatta programın Kapadokya'da geçen bölümüyle Türk izleyicileri için bu iddialar gerçeğe dönüştü de diyebiliriz. Ama bazı bölümler var ki kendisini acayip izlettiriyor. Özellikle de bugün izlediğimde kendini aştı resmen. İzlediğim en iyisiydi. Merak edenler youtube da "Bear Grylls in Transylvania" diye aratıp izleyebilirler.

Bilmeyenler için açıklayayım, Bear Grylls her programda farklı bir tehlikeli doğal hayatın ortasında buluyor kendini ve burada hayatta kalmak için yapmadığı şey, yemediği "şey" kalmıyor. Bear 23 yaşındayken Everest'e tırmanarak bu dalda en genç dağcı olarak Guiness Rekorlar Kitabına girmeyi başaran, aşırı kondisyonlu, karatede kara kuşak sahibi, ordu geçmişi olan, kitaplar yazan tam bir ayıcık.

--spoiler--
Bugünkü bölümde Bear Transilvanya'nın Karpatya Dağlarındaydı. Henüz programın başında bulduğu ayı bokunun içindeki parçalanmamış sebze-meyveleri yiyerek sıkı bir başlangıç yaptı. Bir ayı ile karşılaştı ama ayı ona zarar vermeden geçip gitti. Geceyi ayı kaynayan bu ormanda erken uyarı sistemi yaptığı bir tümsek üstünde yanında kendi yaptığı mızrak ile geçirdi. Kahvaltıda sümüklü böcek yuttu. Boğazından aşağıya kaygan bir yol bıraktığını tükürerek ifade etti. Dağcılık yaptı. Dağın tepesinden metrelerce aşağıya indi.

Bear salyangozun kabuğunu kırıp yuttuktan sonra şekilden şekle girdi.

Buraya kadar yine herşey normaldi. Ondan sonra bulduğu bir mağaraya yolu kısaltırım mantığıyla girdi ve o zaman işler boka sarmaya başladı. Çam sakızıyla desteklediği meşaleleriyle kapkaranlık mağarada ekibiyle birlikte ilerlemeye başladı. Bu noktada programda ilk defa ekip üyelerinin varlığına şahit olduk. Kendileri gözükmese bile Grylls zaman zaman onlarla konuşmak zorunda kaldı çünkü gerçekten çok zor şartlar altındalardı. Her ne kadar yanlarında yedek bir el feneri olduğundan emin olsam da, meşalesi sönseydi yüzlerce metrelik dağın altında ölümcül bir karanlıkta kalacaklardı. Mağara zaman zaman daralıp oldukça klostrofobik bi hal almaya başladı. En sonunda yolun sonuna geldiler ve suya dalmaları gerekti. Grylls ile beraber nefesler tutuldu. Ekiple birlikte biz de daldık ve nihayet güneş ışığının gözüktüğü bir yere vardık. Buralar çok heyecanlı dakikalardı.
Mağarada yaşanan dakikaları mutlaka izlemek gerek

Mağaradan kurtulduktan sonra yemek zamanıydı. Grylls çıplak elleriyle balık tuttu ve kafasını kopartıp yedi. Tabiki ızgara yapmadı, çiğ çiğ yedi. Dediğine göre çıplak elle balık tutmayı ona bir ormancı öğretmiş. Yemeğin ardından yine dağcılık yapması gerekti. 30 metreden yüksek bir yamacı 28 metrelik halatıyla geçmeye çalıştıysa da, halat 10 metre kala bitince başka bir yol bulması gerekti. Bu noktada yine ekibin varlığıyla karşılaştık. Ekibi bir çıkıntının üzerinde bırakıp kendini halatın ucunda sallandırarak bir tümseğe atmaya çalıştı. Gerçekten canı çıktı bunu başarmak için.

Grylls çiğ balık yerken hijyeni elden bırakmadı. Parazitten arınsın diye şöyle bir suya tuttu. Tadı suşi gibiymiş ayrıca ama daha sertmiş.

Programın sonunda çok güzel bir gölete vardılar. İnsanın o göleti görmek için bile o tehlikeli ormana giresi gelir vallahi. Duydukları silah sesiyle de rahatladılar, medeniyet yakındaydı. Program biterken Grylls yine hayvanlığını yaptı ve metrelerce yükseklikten artistik taklalar atarak bıraktı kendini gölete.
--spoiler--

Severek izledim bu bölümü çünkü ilk defa Bear Grylls'in bu kadar zorlandığına şahit oldum. Yine ilk defa ekibin varlığı zaman zaman kendini belli etti, gerçekten zor şartlar altında kaldılar. Nefes kesiciydi. Ayrıca kutuplarda geçen bölümün ardından en iğrenç beslendiği ikinci programdı izlediğim kadarıyla. Böyle defam et Grylls, bu kaliteyi hep yakala.Biz de yalan dolan da olsa izleyelim merakla.
Ayrıca Transylvania görmek istediğim yerler arasındaki yerini sağlamlaştırdı bu program ile.

**Bear'ın bu macerasından çıkartılacak derse gelince, iki güzel bilgi verdi kendisi. Birincisi, pusulamız yokken saatimizin akrebini güneşe doğru çevirirsek saat 12 yönünün güney olduğu. Bir diğeri de doğa ile ilgili muhteşem bir tespit. Bulduğu semenderi göstererek, "Doğa bize her zaman ipuçları verir. Bu hayvan yavaş ve küçük. Bu da onun bir gizli silahı olduğunu gösterir. Onun silahı derisinin zehirli oluşu, o yüzden yemeseniz iyi edersiniz" der hayvanı yiyeceğini sanan biz izleyicileri yanıltarak.

24 Aralık 2009 Perşembe

Lezboyz


les boys do cabaret
les boys are glad to be gay

19 Aralık 2009 Cumartesi

Yüksek İdeallerin Adamı

"Hava çok soğuktu. Günlerdir süren yağmur, bir süreliğine kesilmiş, hiç eksik olmayan kalabalık geri gelmişti. Caddeyi adımlarken tramvayın raylarına dalmış, tam da akşam Marsilya maçı vermezse kaç lira kazanacağımı hesap ediyordum ki, "30 trilyon, 30 trilyon" diye bağıran milli piyangocunun sesini duydum. O zaman 30 trilyonu kazanmak dururken neden küçük hesaplarla uğraşayım ki dedim ve ben de bir bilet aldım. Kendi kendime gülmüştüm o zaman. İşte, bu, yılbaşı piyangosundaki 30 trilyonluk bileti nasıl aldığımın hikayesi..."

Eğer bileti alsaydım tam da böyle olacaktı. Mikrofonu bana uzatan muhabire bu anımı anlatacaktım gevrek bir tebessümle birlikte. Ama bileti almadım. Fuck it man! Akşam Marsilya salmazsa 20 lira atıcam cebe fena mı?

edit: Marsilya salmadı :)

16 Aralık 2009 Çarşamba

Adını Hüseyin Koydum


Bu filmi beğendim; ama süper senaryo, hayvani kamera açıları, muhteşem oyunculuklar, enteresan müzikler veya dehşet aksiyon sahneleri(?) var diye falan değil. Aksine oldukça başarısızdı bu saydıklarımda. Hikaye oldukça kilişeydi, cıvık romantik bir aşk, duygu sömürüsü yapan karakterler, hiç de samimi değildi. Eski türk filmi olsa efsane olurdu, ama bu çağda değil.

Ben bu filmi evimin önünde geçtiği için beğendim. Gecenin bi vakti naralar atıp işediğimiz Porsuk'da geçtiği için sevdim. Ulan şu bina hangisi, acaba bu sokak o sokak mı diye heyecanla izledim filmi. İnsanın sittin sene yaşadığı yerde film çekilmesi ne garip bişeymiş. Hikaye ne olursa olsun bişeyler yakalıyor, kendini filmin içine atıveriyor insan.

Keşki yönetmen Eskişehir'i bu kadar gözümüzün içine sokmasaydı. Tamam güzel şehir, gelişiyor, büyüyor, geleceği parlak. Bir Eskişehirli olarak gurur duyuyorum ama bu kadar ucuz Eskişehir propagandası yapmayın arkadaş. Es-Es formasıyla top oynayan çocuklar, Tren Garındaki Eskişehir yazısına odaklanmalar, Büyükerşen!... Yapmayın bunu işte, öyle bir film çevirin ki içinde Eskişehir adı geçmesin, ama buram buram Eskişehir'i anlatın. İnsanlar merak etsin, filmden sonra bu kent hangi kent diye sorsunlar yanındakine. Bu başka bi şehir de olabilir, Ankara,İzmir,Konya,Bursa farketmez. Yeter ki ucuz reklam yapmayın.

Not: Afiş kendi eserimdir, emeğe saygı :)

6 Aralık 2009 Pazar

Gargamel'in Kedisinin Adı Azman


Trt Çocuk'da pazar sabahımı şenlendiren Bilen Parmak Kaldırsın diye bir yarışma programına rastladım. İlköğretim çocukları genel kültürden okulda öğrendiklerine geniş bir yelpazede sorularla karşılaşıyorlar. Aşama aşama kimileri eleniyor. Ben de oturdum bol bol tespit yaptım. Küçük çocuklarla kendimi bir koyup "Yuh ulan bunu nasıl bilemezsin" diye ego tatmini yaptım.
Yarışmanın ikinci etabında, çocuklar kendilerine sorulacak soruların hangi konudan olacağını seçiyorlar. İşin ilginci, aralarında müzik, sinema, tarih, edebiyat, spor gibi konu başlıklarının olmasına rağmen fen ve matematik gibi başlıkların hemen tüketilmesi oldu. Çocukların hiçbirisi sinema/tv kategorisinde yarışmak istemedi. Keza edebiyat ve tarih de öyle. Müzik ve Genel Kültür konularını seçenler gerçekten çok basit soruları yanıtlayamadılar. Garipsedim. Sinemaya, konsere gitmiyor tabii bu çocuklar, evde oturup ders çalışmakla yükümlüler.
Elenen çocukların hepsi ağız birliği etmişçesine "çok heyecanlandım, bildiğim soruları yapamadım, dikkatsizlikten kaçtı" gibi lakırdılar ettiler. Yapmayın etmeyin. Bu yollardan biz de geçtik. O "bildiğim soruları yanlış yaptım" ların yarısını yine sorsalar yine yanlış yapardınız biliyoruz. Dikkatsizlikten yapılan yanlışların bana kalırsa 20% lik bir kısmı gerçeği yansıtıyor. Geri kalanı hırs küpü olmuş çocukların başarısızlıklarını çarpıtmak için kullandığı yalan. Aile kızmasın, arkadaşları küçümsemesin, öğretmenleri bu çocukta iş yok demesin diye robot gibi yetişen küçükler başarısızlığı kabullenemeyen hırs küplerine dönüşüyorlar. Hepimiz dönüştük zamanında. Eğitim sistemimizde hala değişen bir şey yok. İnsanları öğrenmeye ve çalışmaya heveslendirmek yerine "başarmaya" yönelik sistemimiz kısa yoldan kazanmayı, kopya çekmeyi, hile yapmayı, başarı için her yol mübahtırı da meşru kılıyor.
Sevindiğim şey yarışmanın birincisinin sosyal nitelikleri kuvvetli bir çocuk olması. Final turunda çocuklar herhangi bir ilgi alanıyla ilgili sorulara tabi tutuluyorlar. Kazanan çocuk Michael Jordan'ı seçti mesela. Çocuklardan bir başkasının ilgi alanı olarak "Hititler"i seçmesi ise tam bir fiyaskoydu. Nasıl bir sapıksın sen böyle dedim. Yarışmaya gelmeden önce ansiklopedi karıştırmış Hititler hakkında. Garip şeyler dönüyor. Ben olsam 7.sınıfta "Şirinler"i seçerdim. Eminim sorulacak 5 soruyu da bilirdim :)

2 Aralık 2009 Çarşamba

I've got everything I need


I'm the urban spaceman babe,
but here comes the twist
I don't exist.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Nosferatu #1

1931 tarihli ilk Dracula filminden tebessüm ettiren harika bir replik.

Kont şatosunda ağırladığı misafirine şarap ikram eder:

Renfield: Aren't you drinking?
Dracula: I never drink ..... "wine"


Bitsin

Ben sıkıldım artık şu Barcelona'dan. Çakma taraftarlarından da bıktım. Hayır öyle bir noktaya geldi ki zevk almıyorum. 70% e 30% topla oynama oranları olan bir maç nasıl zevkli olabilir ki? Sadece kazanmaya ve gol atmaya endeksli insanlar için eğlenceli olabilir ama, bu işin bir de rekabet kısmı var. Geçen sene Roma'da Barça Manchester'a topu göstermezken, koskoca Şampiyonlar Ligi finaline yakıştı mı yani?
İstiyorum ki bir takım çıksın, Barça'yı eze eze yensin. Sanırım son 2 sezon boyunca böyle bir şey hiç gerçekleşmedi. Umudum Real Madrid. Hey Allahım, bir zamanlar Zidane'lı Figo'lu kadrosuyla nefret ettiğim takımı, bugün C.Ronaldo gibi antipatik bir adama rağmen destekliyorum. Nereden nereye.

Maç sonrası Morinho "Plakasını aldınız mı?" diyerek basın mensuplarını güldürdü.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Rocky yaz "Eye of The Tiger" Cebine gelsin

Rambo bacısının üzerinde suşi yiyen Uzak Doğuluları mermi manyağı yaparken

Uzun zamandır televizyonda film izlemiyordum. Özellikle hemen her sahnede sansür konulması, filmin gereksiz görülen kısımlarının kesilmesi olsun televizyonda film seyretmekten insanı soğutmaması mümkün değil. Memleketin abzürd sansür politikası ve hiç bir alanında olmadığı gibi sinema sanatına da saygı gösterilmediği için saçma sapan yayınlar izliyoruz. Açık kanalı geçtim, parasını verip aldığım bazı dvdlerde bile pornografik sahnelerin kesildiğine şahit oldum. Diyecek bişey yok. Ondan sonra da internetten indirmek çalmaktır, korsana destek olmayın vs. Bu kafa değişmediği sürece müstehaktır herkese.
İşte hastalık yüzünden camış gibi televizyon karşısında yatarak geçirdiğim bu pazar günü, Shot Tv'de Rambo 4'e rastladım. Çok sıkı bir film beklemediğim için ve yapacak başka şey de olmadığı için prensibimi askıya aldım. Zaten uzuuuun süredir şöyle eski moda aksiyon filmi izlemek istiyordum.
Rambo beni yanıltmadı. 80 kuşağının en büyük idollerinden birisi olan John Rambo, bu geri dönüş filminde yine kesiyor, biçiyor, tarıyor, vuruyor, patlatıyor, tuzak kuruyor, binbir türlü kurnazlığa başvuruyor ve kendisine özgü az konuşan pis bakışlarıyla bol bol caka satıyor.
Filmi izlerken nutkum tutuldu diyebilirim. Üstelik de film boyunca sağlı sollu çıkan garip reklamlar bile dikkatimi dağıtamadı bazen. Hele bir toplu savaş sahnesi vardı ki, aman aman.. Her şey o kadar hızlıydı ki benzer sahnelerde uygulanan buzlu sansür kullanmaya zaman bulamamış olacaklar ki, kafalar patlıyor, uzuvlar etrafa saçılıyor, oluk oluk kan akıyor.
Film yine yetenekli Amerikan askerlerinin cani, vahşi, eğlence olsun diye adam öldüren Uzak Doğuluları katletmesi üzerine kurulu. Ama kim takar ki? Eski moda film işte. Biz yakın tarihimizle ilgili filmler, kitaplar üretirken vatan-millet-sakarya diyoruz. Amerikalılar yapınca mı iyy milliyetçi bastards diyeceğiz.Saçma.
Filmin sonunda akan kreditsle birlikte çalan cool müzikle bu 1,5 saatlik vahşet filminin bittiğine uzaklara dalan gözlerle bünye yavaş yavaş alışırken, yırtık dondan fırlar gibi beliren 24 parça porselen takımı reklamı beni hemen kendime getirdi.

20 Kasım 2009 Cuma

Dedim Oğlum Sen Rahatsız mısın?


Ne yaptın be Henry?

Arsenal yıllarından sever(d)im kendisini. Süper topçuydu. Şutları, hızı, driblingi, fiziği, hava hakimiyeti, frikikleri kısaca komple topçuydu.

Sonra Barcelonaya geçti. Benim için orda bitmişti zaten. Büyük bir hezimetle sonuçlanan Arsenal-Barca finalinden sonra, yine takımı sırtlamasını, Milan'ın Liverpool'a yaptığı gibi intikamını almasını isterdim. Ama o kolay yolu seçti. Kazanan takıma transfer oldu.


Bir gün bir Fransa maçında hakemi aldatmaya yönelik hareketine şahit oldum. Spiker, görüntülerin tekrarını izlerken "Henry böyle bi futbolcu değildir aslında" demişti (O nerden biliyorsa) Ama gözümle görmüştüm bu aldatmacayı. O günden sonra da başka gözle bakar oldum.

Yıllar birbirini kovaladı ve bizim çocukluk kahramanlarından Henry 30'unu geride bıraktı. Derslerde sıkıldığımızda hayali 11lerimize aldığımız Henry; Dünya Kupası, Şampiyonlar Ligi, La Liga, Premier Lig ve diğer pek çok kupayı kaldıran Thiery Henry, kayda değer hiç bir başarısı olmayan, en iyi oyuncuları Premier Lig'in başaltı takımlarında koşturan, Dünya Kupasında sadece sahaya adımını atmanın hayaliyle mutlu olabilen İrlandalılar karşısında uzatma dakikalarında topu eliyle düzettikten sonra içeriye çıkarttı ve Gallas'ın golünün asistini yapmış oldu.

Golden sonra çılgın gibi sevinen, "Ben hakem değilim, önemli olan Dünya Kupası'na gitmekti" diyen Henry beni yanıltmadı. Bu kez nasıl bir topçu olduğunu tüm dünyaya gösterdi.


Henry'nin savunulmasına katlanamıyorum. Kendimi o anda onun yerine koyuyorum, maçın adrenaliyle top üzerime geliyor ve bir anda topu elimle düzeltiyorum. Buraya kadar herşey normal. Sonra hakem bu olayı görmüyor ve benim verdiğim pas gol oluyor. Buraya kadar da aslında çok da sıradışı bir durum yok. Futbol sahalarında hep gördük bu ve buna benzer pozisyonları.
Ancak yapma bunu be Henry. Golden sonra gidip hayır ben elimle attım demenin yükü çok ağır biliyorum. Hiç bir oyuncu koca bir ulusun kaderini etkileyecek böyle bir şey söyleyemez. Ama çok mu zor biraz insan olmak. Efendi gibi sevinmek. Üzgün olduğunu belirtmek. Maçtan sonra kendini affetirecek birkaç lakırdı etmek. Bu kadar mı duyarsızlaştın. Profesyonel bir futbolcunun kazanabileceği bütün başarıları kazanan, ırkçılığa karşı mücadele eden, Unicef için çalışan, pek çok sosyal sorumluluk projesinde yer alan topluma örnek bir topçu olarak; bir Dünya Kupası daha uğruna değer miydi?


Youtube'da görüntüleri izlerken bir yabancının yorumu çok hoşuma gitti. Aklımda kaldığınca paylaşmak istiyorum: " Çocuklarımıza her zaman hile yapmamalarını, hileyle kazananların aslında gerçek kaybedenler olduğunu öğütleriz. Peki ya bu olanları ben çocuğuma nasıl açıklayacağım?"

Açıkçası Henry'nin bu hareketinin karşılıksız kalacağını sanmıyorum. Hem Henry hem de Fransa günün birinde bu haksız kazancın faturasını ödeyecekler. İrlanda ise elbet çalınan emeğinin karşılığını bir gün alacak. Peki ama bugün bu maçı seyreden çocuklarımıza ne diyeceğiz?

Çocuklara neden kötü örnek oldun Henry?

15 Kasım 2009 Pazar

10 Kasım 2009 Salı

The Sims?

Artık kim bunun sorumlusu bilmiyorum ama, benim mood çubuğumu da bi yepyeşil hale getirse diyorum. Yazık bu sim kuluna, duyuyor musun oyuncu?

9 Kasım 2009 Pazartesi

4.hafta Sonunda


Şampiyonlar liginde 4. haftayı geride bıraktık. 3.haftada takım halinde sıçış yaşayarak alınan 13 küsür puanın ardından takımım hırs yaptı ve 4. haftayı 78 puan toplayarak kapattık. Arshavin 3 asistle, Lisandro 1 gol ve defansın bağrından kopup gelen Berezutsky attığı golle haftanın öne çıkan isimleriydi. Keza Kaka da istikrarlı biçimde sürdürüyor çıkışını. 4.haftadaki en büyük yanlışımsa, kadrodan Şevçenkoyu çıkartıp yerine Inzaghiyi almak oldu. Inter'e bi tane sallayan Şevo, bakalım önümüzdeki 2 hafta beni daha da fena pişman edecek mi.
5. haftaya girilirken neler değişti peki. Defansta oynama fırsatı bulamayan Wolfsburglu Barzaglinin yerine Juventustan Grosso'yu aldım. Juventusun grubunda işlerin kızışmasından dolayı Juventus ve Grosso muhtemelen ayağını yere sağlam basacaktır. Grosso'nun fiyatı dolayısıyla orta sahada Rothen'i bıraktım ve yerine oldukça ucuz olan Brandan'ı aldım. Unirea Urziceni'nin bu oyuncusunun adını ilk kez duyuyorum ki zaten takımın yedek oyuncusu olacak kendisi.
Asıl yapmak istediğim transfer aslında O.Lyon'un kalecisi Lloris. İzlediğim maçlarda acayip etkilendim kendisinden. Liverpool'a karşı muazzam mücadele etti. Ancak bu haftaki Fiorentina karşılaşmasına güvenemediğim için kendisini kadroya henüz dahil etmedim. Önümüzdeki hafta veya 2.turda kendisini takımda görmek istiyorum.

Hugo Lloris; O.Lyon'un 1.88 boyundaki güven veren file bekçisi düzgün fiziği, sert şutları ve adem elmasıyla tanınıyor.

Önümüzdeki hafta Zurich önünde mutlak bir galibiyete ihtiyacı olduğu için coşması beklediğim Madrid'in Kakasını Arshavin yerine kaptan yaptım. Kalede tercihim Helton gibi gözüküyor. Çünkü Barcelona karşısında ne yapacağını kestiremediğim için J.Cesar şimdilik ikinci ihtimal. Belki maç günü tercihimi değiştirebilirim.


FC LeChuck'ın kendisiyle ilgilendiğiyle ilgili iddialara karşılık olarak Lloris basın mensuplarına dil çıkarttı. Lyon'da takım arkadaşlarının Einstein lakabını taktığı Lloris'in bu hareketi, Mersin İdman Yurdu ile prensipte anlaştığı yönünde çıkan söylentileri kuvvetlendirdi.

6 Kasım 2009 Cuma

Mardin Notları ve Çocuklar..

Mardin'e gidip de geleli bir ay oldu ama ben uçmalı kaçmalı bir ay yaşadığım için oturup da yazamadım bi türlü.

Hayatımda ilk defa güneydoğu sınırları içerisine ayak basmaktan çok mutlu oldum. Kocaman bir ülkede yaşıyoruz ve küçük bir üçgende kapana kısılmışız çoğumuz. Çıkıp gezmek lazım. Gezdikçe insan bazı önyargılarla yaşadığını farkediyor. Bu önyargılar iyi de olabilir, kötü de. Bir yerleri gidip görmeden, hakkında atıp tuttuğunu insanın farketmesi çok zor.

Yolculuk başlamadan önce, uçağa binerken yapılabilecek bütün kötü esprileri yaptım. Maazallah bir daha binemeyiz falan, içimizde kalmasın hepsi bir kerede çıksın da rahatlayayım :)

Uçaktan inen valizlerin hareketli bantlarda bekleme odasına ulaşması ve yolcuların bavullarını karizma hareketlerle alıp gitmesi. Bir türlü istediğim randımanı alamasam da çok havalı : D

Mardin öyle bir kent ki, evinizin terasında oturup çayınızı içerken Mezopotamya manzarasına dalıp gidebilirsiniz. Nasıl ki İstanbul'un Boğaziçisi varsa, Mardin'in de kente karakter katan Mezopotamyası ve kupkuru bir iklimi var.

Mardin beklediğimden daha güzeldi. İşin doğrusunu itiraf etmek gerekirse, ne beklediğimi bilmiyordum. Oraya gidene kadar çok sınırlı bilgiye sahiptim ve gidince memnun kalmayacağımı düşünüyordum. Beklentimi düşük tutunca memnun kaldım tabi. Ama bunu şehirde gezdiğim süre içerisinde değil de döndükten sonra farkettim. Kaldığım süre boyunca sıcaktan, kuruluktan, kötü kokulardan, yemeklerden, çaydan falan herşeyden şikayet ettim. İstanbul'a dönünce aslında güzeldi lan demeye başladım.

İnsanlar çok kibar, hepsi yardımcı olmaya çalışan, hoşgörülü yurdum insanı. Özellikle buna çok şaşırdım. Ben gittiğimde insanların kötü gözle bakacağını, sokakta güvende dolaşamayacağımı düşünüyordum. Ama orada farkettim ki, İstanbul'un pek çok bölgesinden daha güvenli ve huzurlu bir ortam var. Tabii ki bu Mardin'in çok kültürlü bir inanç şehri olmasının sonucu. Burada insanlar farklı dinlere saygı göstermesini öğrenmişler. Sadece Türkiye için değil, tüm dünya için güzel bir örnek. Elbette birkaç günlük bir gezinin gözlemlerine dayanarak bu kadar büyük konuşmak doğru değil ama, benim izlenimlerim çok olumluydu.

Çocuk, çocuk, çocuk.. Her yer çocuk. Her yerden çıkıyorlar. Adamın çevresini sarıyorlar, fotoğraf çekmeni istiyorlar, seni turist sanıp "hello" diyorlar. Hatta abartıp hareket çeken, küfür eden bile oluyor. Ama çok sessiz çocuklar da vardı. Kimisi yaşından beklenmeyecek şekilde olgun, kimisi çok sevimli. Yılışık olmadığı sürece tüm çocukları seviyorum.

Bu iki kafadar muhteşemdi. Her taraftan insanın üstüne atlayan canavar veletlerle dolu bir şehirde, bu kadar naif, bu kadar efendi, bu kadar olgun iki mavi önlüklüyle karşılaşmak çok şaşırtıcıydı. Stadyumun önünden geçerken gençlerden birisi bulduğu küçücük bir aralıktan sahaya çabucak göz attı. Bana çocukken Atatürk Stadyumunun kale arkasındaki küçük aralıklarından oynana maçı izlemeye çalıştığım günleri hatırlattı. Sonra diğer arkadaşı geldi. Fotoğraflarını çekmek istedim, gölgede olunca iyi çıkmadı. "Kötü çıktı" dedim, amacım bir daha çekmekti ama çocuklar hiç istiflerini bozmadan yürümeye devam ettiler. Karanlık çıkmıştır dediler büyük bir ağır başlılıkla. Aslında çok güzel çıkmışlar, üzüldüm, keşki kötü demeseydim.

Mardin inişli çıkışlı bir şehir. Burda kötü niyetli birisi olsa, bir köşede canlı canlı yer sizi, kimse de farketmez. Cüzdanınızı kapıp kaçsalar, takip edemezsiniz. O kadar karışık. İşte bir sokakta bu ufaklıklarla karşılaştık. Bunlar canavar dediğim çocuklardandı. Hemen beni çek beni çek muhabbetine başladılar. Çektim. Sonra ikisini, sonra diğer ikisini. Sonra bir kere ben çekebilir miyim dedi büyük kızlardan birisi. Bir an için makineyi kapıp kaçabileceğini düşündüğümü utanarak itiraf ediyorum. Ama neyseki bu korku beni engellemedi. Küçük kız bizi çekti, sonra öteki. Ufak çocuksa cadı ablalarının yanında pek sessiz sedasızdı. Sen de çekmek ister misin diye sordum, o beceremez dediler. "Becerebilir misin?" diye sordum, gözleri parladı ufaklığın, "Beceririm!" dedi. Sonra o da bizi çekti. En son da ben hepimizi çektim :)

Bu ikisini de habersiz çekecektim, sonra beni görüp poz verdiler. Ama sonra çektiğimin fotoğrafa bile bakmadan fener formalının "allright" işaretiyle birlikte selamlaşıp uzaklaştım. Cool çocuklardı :)

Küfi yazı denilen bir şey var. Cami girişlerinde, minarelerde karşımıza çıkıyor sürekli. Arapça hat sanatında kullanılan bir yazı türüymüş. Dik ve köşeli harflerle yapılıyor. Bana çok estetik geldi. Bir gün böyle bir dövme tasarlamak isterim kendim için.

Yemek, yemek, yemek.. Her yer kebap, her yer kasap. Güzel şeyler de yedim, ama ilk defa damak tadıma uymayan şeyler de çıktı karşıma. Midem bozulayazdı bir ara.

Döndükten sonra yaşadığım ilk şok iphoneumun şarj aletini öğretmen evinde unuttuğumu farketmek oldu. Sonra kargoyla yolladılar çok şükür.

Mardin'i, dar sokakları ve hoşgörülü kibar insanlarıyla hatırlayacağım. Tam bir kültür doygunluğu yaşadım. Her köşede konuşulan başka bir dil, yaşatılan farklı bir din, farklı hayatlar vardı. Gidip gördüğüm için çok mutluyum. Umarım bir gün yine yolum düşer de, adını hala söyleyemediğim Darülzaferan Manastırı gibi gidemediğim, göremediğim yerleri de görme fırsatını bulurum :)

2 Kasım 2009 Pazartesi

buk #5

...
daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler...

...müşfik davranmıyor insanlar birbirine.

(buhran)

21 Ekim 2009 Çarşamba

High Fidelity #2

Rob: Just shut up please, I’m trying to explain, okay? That other girl, or other women, --whatever -- I mean, I was thinking that they’re just fantasies. You know? And they always seem really great because there’s never any problems. And if there are, they’re cute problems like, you know, we bought each other the same Christmas present or she wants to go to see a movie that I’ve already seen, you know? And then I come home and you and I have real problems and you don’t even want to see the movie I want to see, period. There’s no lingerie and --

Laura: I have lingerie

Rob: You have *great* lingerie! But you also have cotton underwear that's been washed a thousand times, and it's hanging on the thing, and... And they have it too, it's just that I don't have to see it, because it's not in the fantasy... I'm tired ot the fantasy, cause it doesn't really exist. And there are never really surprises and it never really...

Laura: Delivers?

Rob:Delivers. Right.

High Fidelity #1

Rob: I can see now I never really committed to Laura. I always had one foot out the door, and that prevented me from doing a lot of things, like thinking about my future and... I guess it made more sense to commit to nothing, keep my options open. And that's suicide. By tiny, tiny increments.


Fantastik bir film bu.

13 Ekim 2009 Salı

Sam #1

Frodo: We are hobbits of the Shire. Frodo Baggins is my name, and this is Samwise Gamgee.
Faramir: Your bodyguard?
Sam: His gardener.

9 Ekim 2009 Cuma

Shit "bazen" Happens

Bir insanın bir günde 4 kez şiddetli şekilde kafasını vurma olasılığı nedir ki? Üstelikte bugünün Iphone'unun şarj aletini Mardin'de unuttuğum güne denk gelmesi? Akşamdan kalmış mide kötü, baş kötü, haberler kötü, vaziyet kötü, şarj gittikçe azalıyor, kontör yok, para yok, yapmak gereken şey çok.
Ne kadar kötümser bir tablo değil mi? Sevincim böyle berbat bir gün uçağın yere çakılmasıyla da sona erebilirdi. En azından yaşıyorum. Karma mı? maybe baybe.

5 Ekim 2009 Pazartesi

2 Ekim 2009 Cuma

çempiyın

Blogger'ın sıçmadığı zamanlarda orda burda gezip durduğum için uzun soluklu bir ara vermiş oldum. Neyse, Şampiyonlar Ligi ile sonlandıralım arayı.
İlk iki hafta sonunda destansı kadrom beni hayal kırıklığına uğrattı. Çok güvendiğim orta saha adamlarım ilk hafta dökülünce bütün yük Graffite'nin üzerine bindi. Sağolsun sağlam adammış da üç golle takımı ayakta tutan isim oldu. Defans hattı ve kalecim ise görevlerini başarıyla yaptılar. Burda da yine Ramos oynamayarak üzdü beni.

M.Denizli önderliğinde Bjk 2 maçta da 0 çekerken takıma Beşiktaşlı almama kararıma bir kez daha saygı duydum

İkinci hafta daha dirençli bir ortasaha vardı. Arshavin ve Kaka yıldız gibi oynayıp puanlar kazandırdılar. Uefa Kupasında bana büyük başarılar kazandıran Zhirkov ise turnuvanın kayıp ismi. 2 maçta da oynamayarak en büyük hayal kırıklığını yaşattı bana bu takımda. Bu hafta onun yerine yaşlı kurt Giggs'i aldım. Umarım son haftalardaki yükselen formunu şampiyonlar liginin diğer maçlarına da taşır ve takımıma puanlar kazandırır Sir Giggs.

Mikrofonlarımıza konuşan efsane kaptan, "büyük bir camiaya geldiğimin farkındayım, burdaki ortam çok güzel, taraftarlardan beni desteklemelerini bekliyorum amk." dedi.

Sonuç olarak ilk iki hafta sonunda toplam da 98 puanla (ilginçtir ki iki haftada da 49 puan toplamışım) 66.757. sıradayım. Türkiye genelinde ise 1157.yim. Oldukça kötü bir başlangıç yaptım. Umarım ilerleyen haftalarda güvendiğim oyuncuların form grafikleriyle birlikte üst sıralara tırmanırız.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Orpheus

Karısı Eurydice öldükten sonra onsuz yaşayamayacağını anlayan Orpheus, karısına tekrar kavuşabilmek için her şeyi yapmaya hazırdır. Doğruca cehenneme gider ve Hades'e yalvarır. Onun bu acınası halini gören tanrılar ona merhamet ederler, karısını almasına izin verirler. Ancak bir şart vardır: karısı yeryüzüne çıkan uzun merdivenler boyunca Orpheus'u arkasından bir gölge gibi takip edecektir. Orpheus eğer şüpheye düşüp de arkasını dönüp bakarsa Eurydice'i sonsuza dek kaybedecektir.
Orpheus önde biricik sevgilisi Eurydice arkasında yola koyulurlar. Orpheus karısına güvenmesine rağmen içinde bir kuşku vardır. Eurydice'in arkasından gelip gelmediğinden bir türlü emin olamaz. Ardı arkası kesilmeyen basamakları tırmandıkça da bu kuşkusu gittikçe artar. Tam merdivenlerin sonuna geldiğinde ise içindeki şüpheye daha fazla dayanamaz ve arkasını döner. Orpheus en önemli anda tereddüt etmiştir.


11 Eylül 2009 Cuma

FC LeChuck 2009/2010

UEFA Şampiyonlar Ligi Fantazi Futbol 2009/2010 başladı. Bu sezon da her sezon olduğu gibi iddialıyım. Geçen sene UEFA kupasındaki Türkiye derecelerimden (İlk 10) sonra neden olmasın?
Kadroyu kurarken, sadece ilk 11 değil genel olarak güçlü bir kadro oluşturmaya gayret ettim. Böylece takımlar arasındaki maçlara göre oyuncu değişikliği imkanım olacaktır. Özellikle güçlü orta sahamdaki her maça çıkacak 4 veya 5 oyuncu iyi puanlar getirecektir inanıyorum ki. Forvetlerim sürpriz isimlerden oluşuyor. Dinamo Kiev'de eski günlerine dönmesini ümit ettiğim Shevchenko uygun fiyatıyla ilk tercihim oldu. Anca Şevo'nun işi Barcelona ve İnterli grupta çok zor gözüküyor. Bundesliga gol kralı Grafite ve Porto günlerinden çok beğendiğim Lisandro diğer isimler.
Bu da yedek kulübem. Asıl kalecim bu sene de J.Cesar ancak ilk maçlar dolayısıyla kaleyi Asenjo'ya bıraktım. Umarım kolpa A.Madrid defansı bu tercihimi g.tümde patlatmaz. Defanstaysa müthiş enerjisi ve hırsıyla Sergio Ramos en güvendiğim isim. Çekinmeden 7 papel baydım kendisine.

O zaman oynamak isteyenler için gelsin:
http://en.uclfantasy.uefa.com/

8 Eylül 2009 Salı

All My Base Are Belong to You

Bir zamanlar çılgınlar gibi video paylaşma diye bir olay yoktu. Bir tane şarkıyı bazen yarım saatte download ederdi. Hatta internetli bilgisayar diye bi kavram vardı, saygı duyulurdu. Youtube falan da yoktu. Cd'ye çekmek vardı, "hacm sana bişey göstericem" vardı. Olayın boku bu kadar çıkmamıştı.
İşte ilk gördüğümden beri bu vidyoyu bi şekilde paylaşmak istemiştim hep. En sonunda doğru zaman geldi anlaşılan. İnsanlık için küçük ama benim için son derece tatminkar bir adım. "ha ha ha ...."



---- spoiler ----
- what happen ?
- somebody set up us the bomb.
---- spoiler ----

5 Eylül 2009 Cumartesi

Kaos'un Kutsal Kitabı

“Gençler dünyayı kurtaramaz, dünya artık kurtarılamaz, kurtuluş fikri yanlış bir fikir, sayısız hatalarımızın bedelini ödememiz gerekiyor, artık hiç bir şeyi telafi edemeyiz, çok geç, telafi vakti bitti, reform vakti sona erdi. “

Kendi deyimiyle yüzyılın son peygamberi, Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı’nda herşeyden ve hiçbirşeyden söz ediyor. Bu zengin eserin kitaplığımda bulunmasından dolayı çok memnunum; ancak, en sonunda okuyup, kendimce yorumlayabildiğim için daha da mutluyum. Çünkü uzun zamandır içeriğindeki yoğun depresyon ve ölüm kokusu yüzünden bu kitabı okumayı erteliyordum. Şüphesiz ki Caraco’nun kalemine korkunç bir öfke ve umutsuzluk hakim.

Albert Caraco’nun hayatı 1919’da Türkiye’de başlar ve ardından dünyanın çeşitli ülkelerinde devam eder. Tam bir medeniyet karşıtı olan Caraco, insandan ve onun eseri olan soyut ve somut her şeyden nefret eder ve kurtuluş için hiç bir umut ışığı göremez. Tek kesin yol ölümdür. Onu hayatta tutan tek şey ise ailesinin onun ölümüne üzülecek olmasıdır. Yaşadığı süre boyunca sistemli bir şekilde yazar. Ölümü beklerken hergün aynı zaman aralığında günde 6 saat yazar. Önce annesi, ardından da babası ölünce de daha fazla beklemesine gerek kalmaz. Haberi aldıktan 3 saat sonra intihar eder.

Caraco’nun anarşist olduğu söylenebilir ama bana kalırsa aslında çok ağır bir nihilisttir. Kendi sözcükleriyle anlatmak gerekirse;
“Anarşistlere yakın olduğum söylenemez, düzen adamları da anarşistler de beni aynı ölçüde dehşete düşürüyor, ben onların tartışmalarının üzerindeyim, yasallığa yeni bir eksen atfederek bu iki alternatiften kopuyorum, gelecekteki Site’nin oluşumuna dişi ilkenin öncülük etmesini istiyorum ve bütün işaretlerin yerini değiştiriyorum, negatif olan artık negatif olmak zorunda değil ve henüz negatif olmayan muhakkak ki negatif olacaktır, benim devrimim işte bu...Ben ütopya vaaz etmiyorum, bir hakikati hayal meyal seçiyorum.”

“Gelecekte tek uzgörüşlülerin Anarşistler ve Nihilistler olduğu söylenecektir.”

Yazdıklarından hareketle Caraco’nun decadence kavramını epeyce benimsediğini söyleyebiliriz. Kaos’un kutsal kitabında da sürekli bundan bahseder. Ona göre herşey yıkılmalı, herşey yok olmalıdır. Çünkü hepsi anlamsızdır, “hiç”tir. Tüm soyut ve somut kavramların, doğru ve yanlışların yok olacağını söyler. Ancak onun decadence’inin Nietzsche ve benzerlerinden farkı, sanırım içinde hiç umut barındırmamasıdır. O tüm bu döngünün kendiliğinden gerçekleşeceğini ve insanların süregelen bu değişim sırasında böcekler gibi çaresiz kalacaklarını, bunu engelleyemeyeceklerini söyler. Yani bu çürüme ve yok olma kaçınılmazdır ve yerine yeni bir düzen gelecektir, daha kötü, daha pis ve ahlaksız, tam da insanlara yakıştığı şekilde. İnsanın olduğu yerde gidişat asla iyiye doğru olmayacaktır. Bu yüzden de çoğalmak, doğmak, doğrulmak bütünüyle yanlıştır ve eğer bir kurtuluş varsa o da insanoğlunun üremesini engellemesi ve kendi kendini yoketmesidir. O bu düşüncesini şöyle ifade eder:
“İnsanların hiçbir şeyden umudu olmasaydı ve hiçbir şeye inanmasalardı, tohumlarını çoğaltmayı derhal reddederlerdi ve evrensel nüfus azalması yoluyla sorunlarımız bir ya da iki kuşak içinde çözülmüş olurdu.”

Bu da gerçek olamayacak kadar uç bir fikir olduğu için Caraco bu döngünün – ne kadar ertelesek de – insanoğlunu yakalayacağını öngörür. Ona göre dünya bizsiz de yaşayabilir ve yaşayacaktır – ve yaşamalıdır.

Caraco yazıları boyunca tüm insanoğlunun tüm bu pisliğini gözümüze sokar. Şehirlerimizi, inançlarımızı ve ahlakımızı yerin dibine batırır. Kitabın arkasında yazdığı gibi yoğun, kısa, esinli, terörist, sert, kehanet dolu, provokatif, karanlık, gizli-ve yeterli...

“Bizi öldüren iyimserliktir ve iyimserlik en büyük günahtır.”

Tüm düşünsel zenginliğine karşın kitap edebi açıdan okuyucuyu tatmin edecek düzeyde değil bana kalırsa. Deneme türünde yazıldığı için doğru bir eleştiri olmadığını biliyorum ancak bir çok benzer eleştiri ve düşünceyi Bukowski alev alev bir kızılı arkasından köklerken veya büyük ve ciddi edebiyatçılar çoğu romanlarında okuyucularına aktarabiliyorken bu kadar düz ve net düşüncelerin ardı arkasına yoğun biçimde sıralanması insanda “yeter artık!” hissiyatına neden oluyor. Bu haliyle yazarın münzevi ve düşmancıl tutumu okuyucuya da yansıyor, felsefesinin derinliklerine inmektense, yüzeyde onun yalnızlığını ve izolasyonunu sahiplenerek insanoğluna olan nefretini kusmasını paylaşıyorsunuz. Böylelikle kitabın düşünsel içeriğinin yeterince derinine inilmediği için sanki İstiklal Caddesi emolarından birisinin günlüğünü okuyormuşsunuz hissi uyandırıyor.

Son olarak kitaptan Caraco’nun bazı söylemlerinden gözüme çarpan alıntılar yapmak istiyorum.

*“...zorbalar bu nedenle geleneksel aileleri severler, bu ailelerde kadın köledir ve çocuklar teba, ama baba –müstehcen, gülünç ve sefil olsa bile- kendi evinde hakimdir ve bizim hükümdarların arketipidir, evet, tanrılarımızın ve krallarımızın yaşayan modeli babadır!”

*“Şehirlerimizi ancak yok ederek değiştirebiliriz, hem de o şehirlerin içini dolduran insanlarla birlikte yok etmek gerekse bile...Bu insan kıyımını alkışlayacağımız zaman da gelecektir. Artık o zaman hiç bir şey karşısında geri çekilmeyeceğiz ve en barbar şey olarak gözükse bile, bizler kaosun ve ölümün rahipleri olacağız, düzen bizim kurbanımız olacak ve saçmalığın sona ermesi için düzeni feda edeceğiz, doğal felaketleri arttıracağız, kötülüğü misline çıkartacağız. Böylece arzulanmadan doğanları ve daha fazla çoğalma umudu taşıyanları cezalandıracağız, onlara yaşamanın asla bir hak değil, bir süistimal olduğunu ve yok olmayı hak ettiklerini öğreteceğiz, çünkü aşırı kalabalık insanın bunalttığı dünyaya çirkinlik katarak fazla yer tutuyorlar.”

*“Sansürün egemen olduğu ülkelerde gerçekliği inkar etmekten helak olunuyor; sansürün kalktığı ülkelerde herkes aklına geleni söylüyor.”

*“Şehirlerimiz birer kabusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, saraylar ya da mezarlar, zafer alanları ya da amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. “

*“Hiçbir şey olduğundan fazla değil, her şey başka bir şey olma iddiasında, göründüğü gibi olmayı reddediyor...”

*“Milliyetçilik evrensel bir hastalıktır, ancak çılgınların ölümüyle şifa bulur, bu kadar zararlı düşüncenin iyice daralttığı bir dünyada varlığımızı sürdüremeyiz, yok olacağız. Geleceğin tarihçisi, doğanın halklara baş döndürücü bir ruh musallat ederek halklardan öcünü aldığını ve Milliyetçiliğin çok kalabalıklaşmış hayvan topluluklarını ele geçirmiş olana benzer bir çılgınlık olduğunu söyleyecektir.”

*“Çoğu kimsenin putperest kalması ve tenselliği benimsemesi daha iyidir; kötülük bizim onları kınadığımız ve kendilerine yalan söyleyerek bize de yalan söylemeye onları zorladığımız andan itibaren başlar; sıradan insanların hazza da tövbeye de tanrısallık katması ve Hristiyanlar için kudas ayini neyse onlar için de orgazmın aynı şey olması en iyisidir.”

*“...Oysa, bizim tanrılarımız ya perhiz ya da doğurganlık vaaz ederler, biz ikisini de istemiyoruz; tenin ten olarak haz alma hakkı olsun ve bu haz insanlar kadar tanrıların da hoşuna gitsin istiyoruz...”

*“Eğer onların ordularının karşısına çiçeklerle süslü ve ellerimiz çıplak, barış vaaz ederek çıkarsak, Ortaçağdaki Moğollar gibi yaparlar, otuz bin silahsız Budist hacı, yüreklerine seslenebilme umuduyla karşılarına çıktığında, bir anlık şaşkınlıktan sonra hepsini yok ettiler. Ama sonradan Moğolların Budist olduğunu söylerseniz, ben de hacıların öldüğü cevabını veririm. Bizim ölmemiz gerektiğinde, boğazımızı uzatmayalım ve aldatılmış duygularla ölmeyelim...”

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Bilbo #1

"İçinizden en az yarısını, arzuladığımın yarısı kadar bile tanımıyorum; ve yarınızdan azını hak ettiğinizin ancak yarısı kadar sevebiliyorum."
Bilbo Baggins

Teknik gezi dönüşü böyle manidar başlayalım dedim.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Gezgin

Teknik! gezi dolayısıyla 8 gün boyunca Sinop-Sivas-Kars üçgeninde olacağım. Gitmeden evvel bir gezi hatıraları yazısı yazmak istiyordum ama bavulumu hazırlamamak da diretince vakit kalmadı ona. Artık umarım dönüşte yeni olaylarla birlikte bir şeyler çıkar. Görüşmek üzere az sayıdaki takipçim : )


Yol hiç bitmez uzar gider
Başladığı kapıdan
Az gittik, uz gittik ama
Gücüm yettikçe yola devam
...

7 Ağustos 2009 Cuma

Tusu

acetobalsamico 'da gördüm bunu, çok hoşuma gitti.

Daft Bodies

İnternette çoktan fenomen olmuş bir şey bu ancak ben yeni gördüm. Gerçekten orjinal bir fikir ama ben esasen bütün bu hareketleri ezberlemeleri ve başarıyla icra etmelerine taptım. Hemen ardından yüzlerce taklitleri yapılmış ama ilkinin doğallığından çok uzak ucuz birer kopya olmaktan öteye giden yok.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Garip Rastlantılar Üzerine

*(Dikkat! Lost 5.sezon hakkında biraz spoiler içerir!)*

Geçen gün lost'un 5.sezonuna başladığımı söylemiştim. Bir tabak yiyeceğimi alıp (bknz. Lost Sezonu Açıldı) ekran karşısına oturduğumda 9.bölümün bozuk olduğunu farkedince yıkıldım. Açılmıyordu dosya. Hemen yeniden indirmeye başladım ama tabii keyfim kaçmıştı. O günkü lost izleme ritüelimi ertelemek zorunda kaldım.

Ertesi sabah uyandığımda "namaste" dedim kendi kendime. Hani bazı sabahlar kafanızda bir düşünceyle uyanırsınız ya, aynen ondan. Ne demek lan acaba diye düşündüm ama sonra unuttum, önemsemedim de zaten.

Akşamüstü gelenekselleşmiş lost ritüelim olarak lezzetli bir tabak hazırladım ve indirdiğim sağlam 9.bölümü izliyorum keyifle. Sonra fotoğraf çekilme sahnesi vardı. Çiis derler ya; "Namaste!" dediler!!! Ağzım açık kaldım. Lan ben neyse bişey demiycem dedim. Sustum.

4 Ağustos 2009 Salı

Powertrip

Mükemmel şarkıya, harika bir klip. Eğlenceli ve tadında.

"I'll never gonna work
Another day in my life
Gods told me to relax!"




Powertrip - Monster Magnet

2 Ağustos 2009 Pazar

Carmack #2

Madem öyle Carmack'la devam edelim. Her ne kadar sıkı bir rpg'ci olarak doğruluğuna pek fazla katılmasam da çok şık söylemiş:

"Story in a game is like a story in a porn movie. It's expected to be there, but it's not that important."
John Carmack

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Mexico Jersey 1998

























Bu formadan istiyorum!

31 Temmuz 2009 Cuma

Carmack #1







-"Focus" is a deciding what things you're not going to do
.
John Carmack; Quake ve Doom gibi kült oyunların yaratıcısı

30 Temmuz 2009 Perşembe

Lost Sezonu Açıldı

Lost sezonunu açtım. Açıkçası ilk sezonundan henüz bu kadar popülerleşmemişkenden beri izliyorum bu diziyi. O zamandan farkettim ki, bu yapımcılarla başa çıkmanın tek yolu ateşe ateşle karşılık vermek. Hiç umursamıyormuş gibi yapıyorum. Bir bölüm izledikten sonra 2 hafta belki 2 ay unutuyorum keyfime bakıyorum ondan sonra bir bölüm daha derken bir bakıyorum 1 sezonu 2 senede bitirmişim. Aksi takdirde kim ölecek kim kalacak, others ne,Benjamin adam mı, Jacop kim Osman kim derken insan kafayı yiyebilir. En iyisi s.kimde değil taklidi yapmak. Böylece yapımcıların gözünü korkutup isterseniz 10 senede bitirin lan bana ne diye artizlik yapabiliyorsunuz ki çok güzel. Hem lost izlemeye ayıracağınız vakti sosyalleşmeye ayırıp mutlu ve sağlıklı bir birey olmak da bonusu.


Neyse efendim fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bu yazı lost üzerine değil aslında. En sonunda 5.sezonu izlemeye başlayayım dedim ve bu yaz günü ders çalışmaktan başka işim gücüm yokken (ki onu da yapmıyorum zaten) her gün oturup bir bölüm seyrediyorum. Her bölümle birlikte kendime mükellef bir tabak hazırlıyorum, bir keyif yapıyorum anlatamam. 5.bölümü izlediğim şu güne kadar şinitzel,kroket,hindi burger; aperatif olarak da patates kroket,salata,yoğurt ve pilav kombinasyonlarını ve olmazsa olmaz kola tükettim. Üstelik seyir eylerken "lan şu Sawyer gibi ficudum olsun 10 milyar borcum olsun, Kate bana baksın" diyeceğime"yazık lan bu elemanlar adada kroket neyin bulamıyolar" diye hiç utanmadan üzülüyorum. Artık lost izleme saatlerim daha güzel, daha lezzetli.

-Abi kilo almışsın
-Her gün düzenli olarak lost izliyorum.

Ne Bir Eksik Ne Bir Fazla

herhangi bir yerde
herhangi bir zaman da
gelebilir mutluluk.
ama sen beklememelisin
o, ateşli bir hatun gibi,
senin onun için çıldırmanı bekler
ve gelmez.

26 Temmuz 2009 Pazar