9 Aralık 2011 Cuma

ara-lık


Fatih Ekspresi, örtülü kuşetli. Tren saatler gece yarısına yaklaşırken yola çıkar, vagonlarda berbat bir mekanik koku. Rayların üzerinde alışması imkansız bir gürültü. Tüm yolcuların yüzlerinde, geceyi beraber geçirmek zorunda kalan yabancı insanlara has bir endişe. Herkesin derdi bir an evvel yolu bitirmek. Hızlı tren değil ki, bütün bir gece gidecek yolu, hayal kurmaya yetecek pek çok zamanı var. Hayat gibi, aheste gider, ama bitti mi de nasıl geçti anlamaz insan.

Ufak poşetlerde dağıtılan yolluk pikeyi üzerime çeker, rahatsız bir uykuya dalarım, Ankara güneşi uyandırıp da vardığımızı haber verene değin. İstasyonun meydanına çıkar, derin bir nefes alır, yabancı havayı ciğerlerime çekerim. Gezginin tacını giydiği andır o.

Kızılaya doğru yollanır, vızır vızır akan trafiğin yanından gece boyunca bükülmekten ağrıyan bacaklarımı açarım. Acelem vardır, hızla yürürüm. Sense orda beni beklersin sabırsızca. Kim bilir daha neler neler.
Hayat aheste akarken, biz yolları tüketiriz. Bak işte, istasyona geldik.

7 Haziran 2011 Salı

lost

"let's never come here again because it would never be as much fun."

1 Haziran 2011 Çarşamba

Elindeki O "Eski"yi Usulca Yere Bırak ve Uzaklaş

Her seferinde kendimi onun profilinde bulmam rastlantı mı peki? Söyleyecek sözüm, dinleyecek seslerim olmadığında, kendimi, güvende olduğumu hissettiğim sahillere vurmak kadar doğal bir şey mi var? Alışkanlığın davetkar sıcak kumları... Her şey eskiye döner belki diye umut... Sorun da tam burada zaten, geçmiş diye bir şey yok. Yalnızca şimdi ve bir adım ötede gerçekleşmekte olan belirsiz bir gelecek var.

Ölesiye aidiyetsizlik hissi... İnsanı saran, soluksuz bırakan, yavaş yavaş öldüren aidiyetsizlik... İnsan kendini, kendi derinliklerinde bulmalı. Ne kadar derindeyse, o kadar iyi.

Dışarıdaki dünyayı çok fazla önemsiyoruz.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

is there a problem officer?

Şöyle problemler var ki, hiç bir şey yazamıyorum. Yazmak konusunda asla iddialı olmadım ama severdim, dönem dönem çizmekten bile daha çok sevdim. Hatta şimdi dönüp bakıyorum da asıl patlamamı çizerek değil yazarak yapabilirdim, beynimin "kurgu" merkezinin iyi çalıştığını düşünüyorum. Senaryo yazarı olabilirdim. Belki hala olurum, "plancı" olarak daha mı iddialıyım sanki? (Vasatlığa övgü isimli kitaplar olsa keşki okuyup mutlu olsak)

Yazamıyorum işte, çizemiyorum da. Beynim düşünmeye devam ediyo hala, o durmadı ama ellerim durdu. Sıkıcı durumlar bunlar. Seneler önce tasarladığım şeyler bile hayata geçmedi. (Bu bloğu açarken depresif döküntüleri kapının dışında bırakma kararı almıştım hatta çoğu kaydı zamanla sildim bu yüzden, ama sanki çok prensip sahibiymişim gibi oynamayalım şimdi.) Beceremedim işte. Yapıcam dediklerimi yapamadım. Büyük zaferlere hasret kaldım. Vasatlığa alıştım.

Bu bloğu güncellemeyişimin sebebim de buydu, yazamıyorum işte, içimden hiç bişey gelmedi onca zaman. Sorun zaten blog değil, oturup kendi başıma bişeyler karalamayalı o kadar çok geçti ki. Sanki büyük uğraşlarım varmış gibi.

Belki başlangıç olur bu saçmalamalar, ya da belki de çoktan içimde bişeyler ölmüştür kim bilir.

19 Mayıs 2011 Perşembe

.

ne farkeder ki..

13 Ocak 2011 Perşembe

Dwight Schrute Mode On

Bedenimde bir açma kapama düğmesi olsun isterdim. Karakterler ve durumlar arasında hızlıca geçiş yapıp uyum sağlayabileceğim, her zaman ileriye gitmemi garanti edecek ufak bir düğme. İsterdim ki mesela Dwight gibi hırslı, çalışkan, patavatsız, odaklanmasını bilen, kendi kendini en iyi şekilde motive eden, acayip düzenli olayım. Hatta yalaka da olabilirim, dik başlılığın lüzumu yok artık. Final haftasında çok işime yarardı doğrusu.
Düğmeyi kapatınca da, pısırık, kendine güvensiz depresyonda bir adam ortaya çıkmasın isterim-awesome olsun, eğlenmesini bilen, sosyal zekası yüksek, aktif biri.

Ve gelelim Office. Uzun sayılabilecek bir aradan sonra 4.sezona başladım ve o günden beri yüzüm de gülmeye başladı. Hayatımın Frasier'dan sonraki ikinci dizisini buldum sonunda.

Dwight, bir an önce dön aramıza, unut o Angela biçini artık. Depresyon sana yakışmıyo kesinlikle. Özlettin.

11 Ocak 2011 Salı

If you hear any noise


If you hear any noise it's just me and the boys


11.1.11

24 yaşındaydı, tedirgindi

3 Ocak 2011 Pazartesi

Pornoyla Barışmak

Porno düşkünü bir toplum olarak porno kültürümüzün olmaması ne kadar acı değil mi? Porno izlediğini alenen belli eden kişilerin bile aforoz edildiği bir toplumda yazmak, çizmek, oynamak ne kadar da zor.

Öyle çok seviyoruz ki yasak kelimesini, sorgulamıyoruz bile. Oysaki tabular yıkılmak için vardır. Baskı, tepkiyi getirir. Televizyonda amcasının tecavüzüne uğradığını söyleyen ufak kızları getirir.

Her nereye gidiyoruz bilmiyorum ama, kapalı, anlayışsız, gerçek olandan ve insandan uzaklaşıyoruz. Cinselliğin insanoğlunun yaşamının tam merkezinde bir ihtiyaç olduğunu görmezden gelerek, onu bir hak, namus, belirli bir zümreye ait tanımlayarak, cinselliğin özgürlüğünü savunanları aşağılayarak sadece baskı toplumunu biraz daha pekiştiriyoruz. Üstelik de bunu yaparken en sevdiğimiz porno yıldızlarının sıralamasını yapabiliyoruz. Tabii ki hepsi de yabancı. Çünkü onlar yapabilir, onlar gayrimüslim. Cehennemde yanacaklar. Bizler tertemiz vicdanımızla cennette genç kızlarla birlikte olacağız.

Sanat nedir saçmalamasına girmeyeceğim. Birden çok tanımı olan bir şeyin bir tanımı olmazmış. Sorguladığım nokta, sanatın cinsellikle ayrıştığı nokta. Sanat dediğimiz uğraş, bir bakıma hayatın gerçek ve gerçeküstü yansımalarının yorumlanışı. Gerçek ile tanımladığımız da öz be öz insan işte. Yiyen, sıçan, kusan, uyuyan, sevişen, aldatan, öldüren, kıskanan bedenler. Ahlak kaygısıyla bunlardan herhangi birinin dışarda tutulması toplumun kendi kendini tatmin etmesinden başka bir şey değil. Çünkü arka bahçemizde çocuklar öldürülüyor, kadınlar aşağılanıyor. Biz ise vicdanımızı aklıyoruz kara para gibi.

Yakın gelecekte "Nüdist Toplumlarda Ahlak" gibi makaleleri tartışabilmek umuduyla. Pornoyla kalın.

1 Ocak 2011 Cumartesi

C #1


"...Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi... Ooooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. Küçük bir toplantı demişti avukat. Göz kırpmıştı."Neydi o yılbaşı gecesi donattığımız masa. Şu Mehmet Bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi. Ama karısı... Sorma kardeş." Küçük kumarlarınız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının "Aman ayol, bu ne kötü şans böyle," sözüne karşılık kim bilir kaç erkek "Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır," diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?" Yanından geçen kadına döndü:
-Merhaba, dedi.
Der demez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu.Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,
-Sizi tanımıyorum, dedi.
Buna verilecek karşılık belliydi: "Öyleyse tanışalım," deyip kadının koluna girmesi, "Ne soğuk. Sıcak bir yere girip bir şeyler içsek," demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa,
-Ben de, dedi."

1.1.11 Refresh The Page Please