10 Ekim 2012 Çarşamba

Tasfiye

Yıllar önce bir hayalim vardı, sevdiğim kadınla arka fonda "Each to Each" ,"I was in Love with You", "Front Street" çalarken sevişecektim. Mark Lanegan'ın büyüleyici sesiyle birbirimizin bedenlerinde kaybolacaktık. Hafif hüzünlü, hatta ağlarcasına bir sevişme. Ne de olsa onsuz zamanlarımda "The Gutter Twins" vardı yanımda. Yalnız, ergen ve alkollüyken sevdiğim kadın beni terketmişken Lanegan ve Greg Dulli abiler üzülme (bazen de üzül itoğluit) diyorlardı. Ben de gaza geliyordum, bir gün diyordum, elbet bir gün tekrar buluşacağız...

Zamanla bu bir hayal olarak kaldı, ama güzel hayallerden biri olarak. Bir gün ünlü olmak, futbolcu olmak, zengin olmak hayalleri gibi aynı. Beklentisizce hayal kurdum, mutlu oldum.

Sonra bir gün, her şey bitti derken hayalim gerçek olmak üzereydi. Şaka gibiydi ama sevdiğim kadınla seneler sonra tekrar buluşmuştuk ve sevişiyorduk. Basbaya sevişiyorduk işte fakat Mark abi orada değildi. O güne değin orada olmasını planlamıştım hep ama değildi çünkü ben istemedim. İçimde hayalime karşı barındırdığım her şeyin o zaman birer yanılsama olduğunu farkettim. "Sevdiğim kadın" da sevdiğim kadın değildi anlaşılan.

Bu sene çok iyi bir sene oldu çünkü baya kötü bir seneydi. Çok şey kaybettim, asla geri gelmeyecek şeyler de kaybettim. Fakat hepsi birer tecrübe oldu benim için. Güvenmek, yanında olmak, sevmek, sahip olmak ve olunmakla ilgili düşüncelerim değişti. Ailenin önemini gördüm. Takıntılarımın farkına varmaya başladım. İdeal olanın ne kadar uzakta olduğunu ve kafamın içindekilerin her zaman gerçeklerden daha tatlı olduğunu öğrendim. Pozitif olmak kadar olmamanın da gerekliliğini anladım.  Fazla bir adam olmaktansa yüklerimden kurtulmanın, hafiflemenin önemini kavradım. Hayatı minimal yaşamanın, sahip olduklarının, değer verdiklerinin hatta hayallerinin bile minimal olması gerekliliğini farkettim. En önemlisi de ölümlü dünya gerçeği yüzüme çok sert çarptı.

Ben hala hayaller kuruyorum, çok sıkı arkadaşlıklara, ilişkilere, sevgililere, güvenilir insanlara dair, günün birinde Lanegan abinin sesi eşliğinde sevişmeye dair. Lakin artık sevdiğim kadınla mı olur, orasını düşünmüyorum.

Sevdiğin kişiler isteseler de, istemeseler de bir gün orada olmayacaklar. Yalnızsın.


1 Ağustos 2012 Çarşamba

korku filmlerinin en büyük klişesi birilerinin ölmesidir

American Horror Story izlemeye başladım ve korku sever bir insan olarak acıkmışım onu farkettim. Dizi amerikan sinemasının klişeleriyle dolu aslında ama bir taraftan da tüm bunları öyle ciddi,öyle güzel işliyor ki şikayet etmiyor insan. Klasik korkudan hoşlanan birisi olarak 2000 sonrasının vahşet-iğrençlik-psikopat katil üçlemesinin dışında bir iş çıkarttıkları için bu diziden çok keyif alıyorum.
Dizinin en ama en çok sevdiğim şeyi ise jenerik kısmı. Genelde bu tarz rahatsız edici görüntüleri izlemekten hoşlanmam; fakat o muhteşem müzik başlayıp da gerilimi damardan vermiyor mu, kim olduğu meçhul ürkütücü fotoğraflar, garip eşyalar, karanlık görüntüler hele bir de siyah arka plana süper bir yazı fontu tercihi ile ara ara giren oyuncu isimleriyle daha bölüm başlamadan kalp atışlarını hızlandırıyor zaten. İnanılmaz başarılı. Jeneriği izlerken mazoşist tarafım zevkten geberiyor. Küçükken sokakta top oynarken bazen topumuz bizim apartmanın bodrum katındaki garaja kaçardı. O topu oradan almaya gitmek demek ilkokul çocukları için ölüm gibi bir şeydi. 300-400 m2 büyüklüğünde kocaman, rutubetli, tozlu ve eski eşyalarla dolu kullanılmayan bir mekandı. Işık olmasına ışık vardı ama o sarımtrak ışıklar yandığı zaman mekan güvenli olmaktan çok, uğursuz bir yere dönüşürdü. Işığı açtığım zaman uzak köşedeki duvarda bir silüetin belirmesini beklerdim. Oraya her gitmek zorunda kalışımda ödüm bokuma karışmasına rağmen pis bir keyif de alırdım. Bazen diğer çocuklara artistlik yapar tek başıma giderdim. Bodruma inince, o karanlıkla yüzleşince, korkuna meydan okuyunca hayat çok güzelleşirdi. Karanlığa arkamı dönmekten korkardım ama, hızla uzaklaşırdım, sokak gözüme biraz daha güzel gözükürdü fakat bir sonra gittiğimde daha uzun süre duracağımın hayalini de kurardım bir yandan. İşte American Horror Story genel olarak fazla tırstırmasa da, özellikle jeneriğiyle bana o hisleri yeniden yaşattı. Birşeyler olacak işte, korkacaksın, izleme derken bir tarafım, diğeri otur oturduğun yerde diye meydan okuyor.
Korku hikayelerini izlerken hep aynı şeyler gelir aklıma. Dayanılmaz klişelerden biridir, korku filmindeki karakterler problemli, tutunamayan, kalın kafalı, güvenilmez veya beceriksiz kişilerdir. İşler kızıştığında psikolojik olarak darmadağınık olurlar fakat en sonunda biri (ya da 2-3 kişi kalır zaten) aklını başına toplar, ipleri eline alır ve kötü canavarları alt eder. Peki ya alternatif bir evrende başka hikayelerden sevdiğimiz güvendiğimiz karakterler korku hikayelerine konuk olsalar ne olurdu? Mesela James Bond perili bir evde mahsur kalsa? Don Draper zombilerden kaçarken, Don Corleone vampir avcısı olsa mesela nasıl olurdu? Ekranda karizması ve iş bitiriciliğiyle hayran olduğumuz gerçek (olağanüstü güçleri olmayan) kahramanlar hayatta kalabilir miydi acaba? Bence güzel alternatifler çıkabilirdi.
Bir ordan bir burdan çok dağınık bir yazı oldu farkındayım ama bende dağınık bir ruh halindeyim bu sıralar o yüzden şaşırtıcı değil. Son olarak kafamdaki bir başka düşünceyi daha dillendirmek istiyorum. İşte bir tespit yapıyorum ki; bence korku filmlerinin en büyük klişesi birilerinin ölmek zorunda olması.(bknz başlık) Belki ilk başta kulağa saçma gelebilir ama şöyle bir düşünüldüğünde bu kuralı biraz olsun esneten filmlerin diğerlerinden ayrıldığını görebilmek mümkün.

19 Temmuz 2012 Perşembe

seriously, what else you got?

Kalabalık bir ortamda çok güzel bir kız gördünüz ve tanışmak istiyorsunuz. Neden tereddüt ediyorsunuz bayım, en kötü ne olabilir ki? Reddedilir misiniz? Sizi aşağılar diye mi korkuyorsunuz?
Pekala ne olabileceğini söyleyeyim; hayatınızda ilk defa tüm cesaretinizi toplamayı başarıp da onun yanına gittiğinizde, kız hayatınızda gördüğünüz en güzel gülümseme ile oracıkta sizin başınızı döndürebilir, gece boyunca onu kollarınıza alır ve beraber dans edeceğiniz hayatınızın en güzel gecelerinden birini geçirebilir, gece sonunda apar topar yanınızdan ayrılırken yanağınıza unutamayacağınız bir öpücük kondurabilir ve siz ertesi haftayı onun gülümsemesini, dokunuşunu size hissettirdiklerini hatırlayarak, hayatınızda yepyeni bir başlangıç yapmak istediğinize karar verirken, ona ulaşmak için tanıdığınız herkesle konuşur; okuluna, işyerine gidersiniz ve en sonunda ondan haber alabildiğinizdeyse, siz geceleri onu düşlemekten gözünüze uyku girmezken onun kaşla göz arasında şık bir bahçede kır düğünüyle evlendiğini öğrenebilir, bir köşeye kullanılıp atılmış, dünyanın en değersiz insanı olduğunuz hissiyle boğuşmak için kendinizi votka ve viskinin kabarttığı kendi kusmuğunuzda boğmaya çalışırken bulabilir ve o berbat kusmuk kokusu odanızdan iki gün boyunca, yaşadığınız dram ise pek uzun bir süre daha aklınızdan çıkmayacak olabilir.

7 Mart 2012 Çarşamba

yaşam, gerçek erkeklerin gerçek metresi


"Tren istasyona girdi. O makineyi gördüğümde atılmakta olduğum maceradan o kadar da emin değildim artık. Molly'yi içimde kalan tüm cesareti toplayarak öptüm. Üzgündüm, gerçek bir üzüntü, kırk yılda bir, herkes adına, benim adıma, onun adına, tüm insanlar adına.

Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.

Bu ayrılıştan bu yana yıllar geçti, nice yıllar... Detroit'a sık sık mektup yazdım, başka yerlere de, aklımda kalan tüm adreslere, bir de onu, yani Molly'yi tanıyan, izleyen birinin çıkabileceği her yere. Asla yanıt alamadım.

Artık umumhane kapanmış. Tek öğrenebildiğim şey bu oldu. O iyi, hayran olunası Molly, eğer hala yazdıklarımı okuyabiliyorsa, bilmediğim bir yerlerde, şunu bilmesini isterim ki ben onun için hiç değişmedim, onu hala seviyorum ve hep seveceğim, kendime özgü biçimde, istediği zaman da buraya gelip ekmeğimi ve kaçamak kaderimi paylaşabilir. Eğer artık güzelliğini yitirmişse de, eh, ne yapalım! İdare ederiz! İçimde ondan kalan o kadar çok güzellik sakladım ki, o kadar canlı, o kadar sıcak, ikimize yetecek kadar var hem de en az yirmi yıllığına, yani iş bitinceye kadar.

Hoş, ondan ayrılmak için bir miktar çılgınlık gerekiyordu hem de pis ve soğuk cinsinden. Her şeye rağmen, ruhumu bugüne kadar korumasını bildim ve Amerika'da geçirdiğim o birkaç ay boyunca Molly bana o kadar iyilik ve düş bahşetti ki, eğer ölüm, hemen yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal olmayacağım."

L.F.Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk