19 Nisan 2014 Cumartesi

6 more weeks of winter

- I could never love someone like you because you'll never love anyone but yourself.
- That's not true! i don't even like myself.



7 Şubat 2014 Cuma

Teleferik


...Bilmiyorum karşıda ne yapabilirdik? Hiç karşı tarafa geçmedik ki, cevabını asla öğrenemeyeceğiz.
Sıkıcı bir ders muhabbeti yapabilirdik ya da madem kurguluyoruz, "merhaba ben şu çocuk" derdim, sen de "sus, biliyorum" derdin. Sonra susardık.
Karşı taraftaysa mutlaka bir huzursuzluk olurdu. Tanışıklıkları henüz başlamış iki insanın yol ayrımına geldiklerindeki vedası huzursuzca olmaz olur mu hiç? "Memnun oldum?", "Görüşürüz?", "Hoşçakal?"...ya da?...

25 Ocak 2014 Cumartesi

2014


2013 biteli neredeyse 1 ay oluyor ve kafamda geçen yılın değerlendirmesiyle birlikte yeni yıldan onlarca beklentim dalgalı bir denizde yüzüyor. Kimileri çoktan boğuldu, kimileri kurtarılmayı bekliyor hala. Tüm bu değerli fikirleri kaybetmemenin tek yöntemi ise yazmak.
2014'e iyi başlamadım. Hayatımın gidişatında bir problem yok ama, karman çorman bir şekilde ilerliyorum. İşleri düzene koymaya çalışırken, yapacağım en doğru şey bir 2014 beklentileri planlaması yapmak, hani şu gavurların new year resoulitions dediklerinden. Bunun için çok geç kaldım ama 2015'e çok var, daha fazla vakit kaybetmemeliyim.
Hedeflerimi oldukça minimal, gerçekçi ve mümkün oldukça nicel olarak belirlemeye çalıştım. Böylece yılın herhangi bir noktasında durup baktığımda nerede olduğumu görebilecek, kendimi motive edebileceğim.

1.Yüksek lisans diplomasını almak:
Açık konuşmak gerekirse kendime koyduğum hedefler içinde gözümü en çok korkutanı bu. 2011 yılından beri, aceleyle yüksek lisansa başladığıma hep pişman oldum. Ancak olan oldu ve bu kadar emek vermişken bu diplomayı almak benim için önemli. Kariyerime elbet bir noktada faydası dokunacak biliyorum, en kötü ihtimalle yüksek şehir plancısıyım diye orda burda gezerim.
2014 yılı bitene kadar mezun olmam için 2 yarıyıl, en az 3 tane ders ve 1 adet yüksek lisans tezi var. Özellikle herhangi bir önhazırlık yapmadığım, konusunu bile belirlemediğim tezi bir sene içinde bitirmek kolay olmayacak. Bu şubatta çalışmalara başlarsam ağustos sonuna kadar çok ciddi bir ilerleme kaydedip önümü görmem gerekiyor, aksi takdirde işler karışacaktır. Bu da beni ikinci hedefime götürüyor.
2. Alanımla ilgili daha fazla okuma yapmak:
Öğrenciliğim boyunca en çok eksikliğini hissettiğim şey bu oldu. Kötü bir öğrenci değildim, ancak altyapımı yeterince sağlam tutamadım. Şimdi böyle bir lüksüm yok, yüksek lisansımı tamamlamak istiyorsam mümkün olduğunca fazla akademik okuma yapmalıyım. Bunun ideal sayısı nedir onu da bilmiyorum ama, kendimi biraz zorlayacak, ama gerçekçilikten de uzak olmayan bir hedef koyacağım. 1 yıl içinde alanımla uzaktan yakından alakası olan 10 adet kitap ve 60 makale okumayı hedefliyorum. Eğer tezimi bitireceksem muhtemelen bundan daha iyisini yapmam gerekecektir ama şimdilik tanıdığım manadaki Uğur için gerçekçi bir hedef olarak böyle kalsın.
3. Daha iyi bir iş bulmak:
2013 yılı bitmeden çalışmaya başladığıma gerçekten çok seviniyorum. Çalışmak özgüvenimin yerine gelmesine, iş tecrübesi yaşamama ve henüz bir kaç ay olmasına rağmen seyahate çıkabileceğim, işsiz kaldığımda bir süre idare edebileceğim bir birikim yapmama sebep oldu. Ancak şu anda yaptığım iş ve bulunduğum konum beni kariyer açısında tatmin etmekten çok uzak. Yıl sona erdiğinde hala aynı koltukta oturuyor olmamalıyım. 2014 yılı içinde bir noktada, daha iyi bir maaş, daha yüksek pozisyon veya daha potansiyelli bir iş için mevcut yerimden ayrılmak istiyorum. İşsiz kalmak dahi kabulümdür, yaşım genç, bir yere saplanıp yerimde saymamalıyım.
4. Sertifika almak:
CV'mde eksik olan şeylerin başında sertifikalar geliyor. Çok gerekli olduklarını düşünmüyorum, ama bu bir miktar para ve zaman harcayamayacağım anlamına gelmiyor. 2014 içerisinde 3 farklı sertifika edinmeyi hedefliyorum. İçerikleriyle ilgili herhangi bir zorlama yok, maksat kişisel gelişim.
5. Seyahat Etmek:
2013 içerisinde iki tane önemli olgu gerçekleşti. Bir tanesi önceden de belirttiğim gibi çalışmaya başlamaktı, bir diğeri de erasmus tecrübesi yaşamak oldu. Yurtdışı deneyimi hep içimde kalan bir şeydi, daha önceden de çıkmıştım Türkiye dışına ama orada yaşamak başka bir olgunluk oldu. Şu anda vizem olsaydı, herhangi bir Avrupa şehrine gitmek Antalya'ya gitmekten daha kolay olurdu benim için.
2014 yılının yoğun bir yıl olmasını bekliyorum fakat bu süreçte maddi olarak da beni zorlamayacak tek seferlik bir yurtdışı seyahati hedeflerim arasında.
6. Askerlik mevzusunu netleştirmek:
Şu an dört gözle bedelli çıkmasını bekliyorum ama her ihtimale açık bir konu askerlik. Bedelli çıksa dahi beni kapsamayabilir, kapsasa bile maddi külfeti çok olabilir, maddi külfeti çok olmasa bile tercih etmeyebilirim. 2014 içinde askere gitmek doğrudan hedeflediğim bir şey değil ancak askerliği ne zaman yapacağım konusunu netleştirmek istiyorum. Yakın zamanda aradan çıkması lazım ki yolumuzu bulalım. Daha fazla ağırlık yapmasın.
7. Kilo vermek:
2014'den kariyer ve mental olarak beklentilerim yoğunlukta. Bazı şeyleri ikinci plana atıyorum bilerek ve isteyerek, ama bu demek değil ki fiziksel hedefler koymayacağım. Nasıl ve ne şartlarda olacak bilmiyorum, kendimi kısıtlamak da istemiyorum ama hedefim 2014 yılını 90 kilo ile bitirmek. Bu da yaklaşık olarak 10 kilo demek. Çok zor değil ama zor be hacı. o ekmeği keseceksin bir kere. (Takipçisi olmayan blog yazmanın güzel tarafı da bu, 100 kilo olduğunu büyük harflerle dahi yazabilirsin, bknz: YÜZ KİLO≈BEN)
Bonus:
Sürekli bir şeyler anlatan insanlardan uzak dur, mümkünse dinleme. Dinliyormuş gibi yap ama kafa sallama, kafa sallayınca ikna olmuş gibi gözükürsün. Bir fikrin yokmuş gibi dur öylece, konuşup konuşup gitsinler. Eğer mühim ya da başını derde sokacak birisi değilse zaten siktiri bas. Herkesin her konuda en az birkaç tane fikri var. Salla. Kendi işime baktığım bir yıl olsun 2014.


28 Şubat 2013 Perşembe

gecenin sonuna doğru


Bir geminin kamarasında, deniz seviyesinin metrelerce altında, baltık denizinin ortalarında sallana sallana ilerlerken Amerika'ya yolculuk eden Bardamu gibi hissediyorum. Hiç bir zaman retro düşkünü birisi olmadım ama 1980 öncesinin hem kıskandığım, hem de üzüldüğüm özelliklerinden birisi iletişim alanındaki büyük eksiklikler.

Baltık Denizinin neresinde olduğunu bilmediğim (GPS çalışmıyor) bir noktasında; seni, onu ve diğerlerini düşünerek şarabımı içiyorum. Şu anda internetim olsaydı sosyal ağlardaki profiline girer hayatının nasıl gittiğine bakardım. O popçu tipli çocukla mutlu olduğunu bilmek yeterli olurdu bana. Kendimin veremeyeceği şeyleri başkasında bulman hiç bir zaman problem olmadı benim için, sadece üzdü.

Bir şişe şarabım bitmek üzere, henüz yeterince sarhoş değilim. Şarabım bittiğinde belki seni arıyor olurdum eğer telefonum bu derinlikte çekseydi. Sana seni sevdiğimi söyleyemezdim, çünkü bu bir yalan değil belki ama, dilimizde geçerli anlamları karşılayamayan bir cümle olurdu. Hala seviyorum elbette seni, ama kendimce.

Elim kolum bağlanmış, kendimi insanlardan soyutlamış otururken, birkaç gün içinde bu cümleleri belki senin okuyacağını düşünerek mutlu oluyorum. Oysa Bardamu kelimelerini kağıda döktüğünde bana kalırsa asıl sahiplerine hiç bir zaman ulaşmayacağını biliyordu. Günümüzü o eski, gösterişli aşklardan ayıran da bu işte. Mesafeleri o kadar kısalttık ki, yakınlaşmak için harcadığımız emek, bizleri aslında fizikselden öte zihinsel ve duygusal olarak bir adım bile ileriye götürmüyor. Her şey oluyor, yaşanıyor ve bitiyor.

Birkaç gün içinde belki de bu satırları son teknoloji elmanın ekranında okuyacaksın. Bu yaptığım ne büyük bir iki yüzlülük. Sana bu satırlardaki duyguları aktarabileceğim bir dünya zamanım vardı ve ben, sana, ikimizin de hala nefes aldığı en uzak olduğum anda bunları kağıda dökmeyi tercih ediyorum. Ama işte dediğim gibi, bu iki yüzlülük aslında benliğimizin içten içe o mesafeleri aşmak istemesinde yatıyor. Espresso aşklar yaşıyoruz, sert, tek içimlik, bitiveren. Espressonun kahveler içindeki özel konumunu sorgulayacak değilim, haşa, fakat insan olarak kahvelerden bir farkımız olduğunu düşünmek istiyorum.

Neyseki insanoğlunun elinde hala gizli silahlar var. Trenler ve gemiler ağır ağır hedefine ulaşırken, insanlıktan ümidimizi kesecek değiliz. Hala sevgililer birbirlerine kavuşmak için gün sayarken, hiçbir şey bitmiş sayılmaz. Henüz ışınlanmayı keşfedemediysek eğer, zamanımız var demektir.

Varsın selam olsun hedefine ağır ağır gidenlere, selam olsun tüm mesafelere.


26.Ocak.2013

9 Şubat 2013 Cumartesi

bir garip mahlukat

medeni ve birbirini tanımayan insanlar olarak,
yüzümü boynuna yaslayamayacağım için,
keşki, vahşi bir hayvan olsaydım dedim.
aramızdaki mesafeye bakmadan kokunu alabilirdim
ve pençelerimle
seni bana diz çöktürdüğümde, hiç düşünmezdim
kıçımdan şişlenebileceğimi.

otuz beş santim arkanda
sana bu satırları yazarken,
dünyanın en alçak hayvanı gibiyim
akbabalardan ve hatta sırtlanlardan
daha sırtlan,
ve bir tavşan kadar cesaretim yok.


8 Şubat 2013 / otobüs


11 Ocak 2013 Cuma

10 Ekim 2012 Çarşamba

Tasfiye

Yıllar önce bir hayalim vardı, sevdiğim kadınla arka fonda "Each to Each" ,"I was in Love with You", "Front Street" çalarken sevişecektim. Mark Lanegan'ın büyüleyici sesiyle birbirimizin bedenlerinde kaybolacaktık. Hafif hüzünlü, hatta ağlarcasına bir sevişme. Ne de olsa onsuz zamanlarımda "The Gutter Twins" vardı yanımda. Yalnız, ergen ve alkollüyken sevdiğim kadın beni terketmişken Lanegan ve Greg Dulli abiler üzülme (bazen de üzül itoğluit) diyorlardı. Ben de gaza geliyordum, bir gün diyordum, elbet bir gün tekrar buluşacağız...

Zamanla bu bir hayal olarak kaldı, ama güzel hayallerden biri olarak. Bir gün ünlü olmak, futbolcu olmak, zengin olmak hayalleri gibi aynı. Beklentisizce hayal kurdum, mutlu oldum.

Sonra bir gün, her şey bitti derken hayalim gerçek olmak üzereydi. Şaka gibiydi ama sevdiğim kadınla seneler sonra tekrar buluşmuştuk ve sevişiyorduk. Basbaya sevişiyorduk işte fakat Mark abi orada değildi. O güne değin orada olmasını planlamıştım hep ama değildi çünkü ben istemedim. İçimde hayalime karşı barındırdığım her şeyin o zaman birer yanılsama olduğunu farkettim. "Sevdiğim kadın" da sevdiğim kadın değildi anlaşılan.

Bu sene çok iyi bir sene oldu çünkü baya kötü bir seneydi. Çok şey kaybettim, asla geri gelmeyecek şeyler de kaybettim. Fakat hepsi birer tecrübe oldu benim için. Güvenmek, yanında olmak, sevmek, sahip olmak ve olunmakla ilgili düşüncelerim değişti. Ailenin önemini gördüm. Takıntılarımın farkına varmaya başladım. İdeal olanın ne kadar uzakta olduğunu ve kafamın içindekilerin her zaman gerçeklerden daha tatlı olduğunu öğrendim. Pozitif olmak kadar olmamanın da gerekliliğini anladım.  Fazla bir adam olmaktansa yüklerimden kurtulmanın, hafiflemenin önemini kavradım. Hayatı minimal yaşamanın, sahip olduklarının, değer verdiklerinin hatta hayallerinin bile minimal olması gerekliliğini farkettim. En önemlisi de ölümlü dünya gerçeği yüzüme çok sert çarptı.

Ben hala hayaller kuruyorum, çok sıkı arkadaşlıklara, ilişkilere, sevgililere, güvenilir insanlara dair, günün birinde Lanegan abinin sesi eşliğinde sevişmeye dair. Lakin artık sevdiğim kadınla mı olur, orasını düşünmüyorum.

Sevdiğin kişiler isteseler de, istemeseler de bir gün orada olmayacaklar. Yalnızsın.


1 Ağustos 2012 Çarşamba

korku filmlerinin en büyük klişesi birilerinin ölmesidir

American Horror Story izlemeye başladım ve korku sever bir insan olarak acıkmışım onu farkettim. Dizi amerikan sinemasının klişeleriyle dolu aslında ama bir taraftan da tüm bunları öyle ciddi,öyle güzel işliyor ki şikayet etmiyor insan. Klasik korkudan hoşlanan birisi olarak 2000 sonrasının vahşet-iğrençlik-psikopat katil üçlemesinin dışında bir iş çıkarttıkları için bu diziden çok keyif alıyorum.
Dizinin en ama en çok sevdiğim şeyi ise jenerik kısmı. Genelde bu tarz rahatsız edici görüntüleri izlemekten hoşlanmam; fakat o muhteşem müzik başlayıp da gerilimi damardan vermiyor mu, kim olduğu meçhul ürkütücü fotoğraflar, garip eşyalar, karanlık görüntüler hele bir de siyah arka plana süper bir yazı fontu tercihi ile ara ara giren oyuncu isimleriyle daha bölüm başlamadan kalp atışlarını hızlandırıyor zaten. İnanılmaz başarılı. Jeneriği izlerken mazoşist tarafım zevkten geberiyor. Küçükken sokakta top oynarken bazen topumuz bizim apartmanın bodrum katındaki garaja kaçardı. O topu oradan almaya gitmek demek ilkokul çocukları için ölüm gibi bir şeydi. 300-400 m2 büyüklüğünde kocaman, rutubetli, tozlu ve eski eşyalarla dolu kullanılmayan bir mekandı. Işık olmasına ışık vardı ama o sarımtrak ışıklar yandığı zaman mekan güvenli olmaktan çok, uğursuz bir yere dönüşürdü. Işığı açtığım zaman uzak köşedeki duvarda bir silüetin belirmesini beklerdim. Oraya her gitmek zorunda kalışımda ödüm bokuma karışmasına rağmen pis bir keyif de alırdım. Bazen diğer çocuklara artistlik yapar tek başıma giderdim. Bodruma inince, o karanlıkla yüzleşince, korkuna meydan okuyunca hayat çok güzelleşirdi. Karanlığa arkamı dönmekten korkardım ama, hızla uzaklaşırdım, sokak gözüme biraz daha güzel gözükürdü fakat bir sonra gittiğimde daha uzun süre duracağımın hayalini de kurardım bir yandan. İşte American Horror Story genel olarak fazla tırstırmasa da, özellikle jeneriğiyle bana o hisleri yeniden yaşattı. Birşeyler olacak işte, korkacaksın, izleme derken bir tarafım, diğeri otur oturduğun yerde diye meydan okuyor.
Korku hikayelerini izlerken hep aynı şeyler gelir aklıma. Dayanılmaz klişelerden biridir, korku filmindeki karakterler problemli, tutunamayan, kalın kafalı, güvenilmez veya beceriksiz kişilerdir. İşler kızıştığında psikolojik olarak darmadağınık olurlar fakat en sonunda biri (ya da 2-3 kişi kalır zaten) aklını başına toplar, ipleri eline alır ve kötü canavarları alt eder. Peki ya alternatif bir evrende başka hikayelerden sevdiğimiz güvendiğimiz karakterler korku hikayelerine konuk olsalar ne olurdu? Mesela James Bond perili bir evde mahsur kalsa? Don Draper zombilerden kaçarken, Don Corleone vampir avcısı olsa mesela nasıl olurdu? Ekranda karizması ve iş bitiriciliğiyle hayran olduğumuz gerçek (olağanüstü güçleri olmayan) kahramanlar hayatta kalabilir miydi acaba? Bence güzel alternatifler çıkabilirdi.
Bir ordan bir burdan çok dağınık bir yazı oldu farkındayım ama bende dağınık bir ruh halindeyim bu sıralar o yüzden şaşırtıcı değil. Son olarak kafamdaki bir başka düşünceyi daha dillendirmek istiyorum. İşte bir tespit yapıyorum ki; bence korku filmlerinin en büyük klişesi birilerinin ölmek zorunda olması.(bknz başlık) Belki ilk başta kulağa saçma gelebilir ama şöyle bir düşünüldüğünde bu kuralı biraz olsun esneten filmlerin diğerlerinden ayrıldığını görebilmek mümkün.

19 Temmuz 2012 Perşembe

seriously, what else you got?

Kalabalık bir ortamda çok güzel bir kız gördünüz ve tanışmak istiyorsunuz. Neden tereddüt ediyorsunuz bayım, en kötü ne olabilir ki? Reddedilir misiniz? Sizi aşağılar diye mi korkuyorsunuz?
Pekala ne olabileceğini söyleyeyim; hayatınızda ilk defa tüm cesaretinizi toplamayı başarıp da onun yanına gittiğinizde, kız hayatınızda gördüğünüz en güzel gülümseme ile oracıkta sizin başınızı döndürebilir, gece boyunca onu kollarınıza alır ve beraber dans edeceğiniz hayatınızın en güzel gecelerinden birini geçirebilir, gece sonunda apar topar yanınızdan ayrılırken yanağınıza unutamayacağınız bir öpücük kondurabilir ve siz ertesi haftayı onun gülümsemesini, dokunuşunu size hissettirdiklerini hatırlayarak, hayatınızda yepyeni bir başlangıç yapmak istediğinize karar verirken, ona ulaşmak için tanıdığınız herkesle konuşur; okuluna, işyerine gidersiniz ve en sonunda ondan haber alabildiğinizdeyse, siz geceleri onu düşlemekten gözünüze uyku girmezken onun kaşla göz arasında şık bir bahçede kır düğünüyle evlendiğini öğrenebilir, bir köşeye kullanılıp atılmış, dünyanın en değersiz insanı olduğunuz hissiyle boğuşmak için kendinizi votka ve viskinin kabarttığı kendi kusmuğunuzda boğmaya çalışırken bulabilir ve o berbat kusmuk kokusu odanızdan iki gün boyunca, yaşadığınız dram ise pek uzun bir süre daha aklınızdan çıkmayacak olabilir.

7 Mart 2012 Çarşamba

yaşam, gerçek erkeklerin gerçek metresi


"Tren istasyona girdi. O makineyi gördüğümde atılmakta olduğum maceradan o kadar da emin değildim artık. Molly'yi içimde kalan tüm cesareti toplayarak öptüm. Üzgündüm, gerçek bir üzüntü, kırk yılda bir, herkes adına, benim adıma, onun adına, tüm insanlar adına.

Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.

Bu ayrılıştan bu yana yıllar geçti, nice yıllar... Detroit'a sık sık mektup yazdım, başka yerlere de, aklımda kalan tüm adreslere, bir de onu, yani Molly'yi tanıyan, izleyen birinin çıkabileceği her yere. Asla yanıt alamadım.

Artık umumhane kapanmış. Tek öğrenebildiğim şey bu oldu. O iyi, hayran olunası Molly, eğer hala yazdıklarımı okuyabiliyorsa, bilmediğim bir yerlerde, şunu bilmesini isterim ki ben onun için hiç değişmedim, onu hala seviyorum ve hep seveceğim, kendime özgü biçimde, istediği zaman da buraya gelip ekmeğimi ve kaçamak kaderimi paylaşabilir. Eğer artık güzelliğini yitirmişse de, eh, ne yapalım! İdare ederiz! İçimde ondan kalan o kadar çok güzellik sakladım ki, o kadar canlı, o kadar sıcak, ikimize yetecek kadar var hem de en az yirmi yıllığına, yani iş bitinceye kadar.

Hoş, ondan ayrılmak için bir miktar çılgınlık gerekiyordu hem de pis ve soğuk cinsinden. Her şeye rağmen, ruhumu bugüne kadar korumasını bildim ve Amerika'da geçirdiğim o birkaç ay boyunca Molly bana o kadar iyilik ve düş bahşetti ki, eğer ölüm, hemen yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal olmayacağım."

L.F.Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk