John Carmack; Quake ve Doom gibi kült oyunların yaratıcısı
-"Focus" is a deciding what things you're not going to do.
31 Temmuz 2009 Cuma
Carmack #1
30 Temmuz 2009 Perşembe
Lost Sezonu Açıldı
Lost sezonunu açtım. Açıkçası ilk sezonundan henüz bu kadar popülerleşmemişkenden beri izliyorum bu diziyi. O zamandan farkettim ki, bu yapımcılarla başa çıkmanın tek yolu ateşe ateşle karşılık vermek. Hiç umursamıyormuş gibi yapıyorum. Bir bölüm izledikten sonra 2 hafta belki 2 ay unutuyorum keyfime bakıyorum ondan sonra bir bölüm daha derken bir bakıyorum 1 sezonu 2 senede bitirmişim. Aksi takdirde kim ölecek kim kalacak, others ne,Benjamin adam mı, Jacop kim Osman kim derken insan kafayı yiyebilir. En iyisi s.kimde değil taklidi yapmak. Böylece yapımcıların gözünü korkutup isterseniz 10 senede bitirin lan bana ne diye artizlik yapabiliyorsunuz ki çok güzel. Hem lost izlemeye ayıracağınız vakti sosyalleşmeye ayırıp mutlu ve sağlıklı bir birey olmak da bonusu.
Neyse efendim fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bu yazı lost üzerine değil aslında. En sonunda 5.sezonu izlemeye başlayayım dedim ve bu yaz günü ders çalışmaktan başka işim gücüm yokken (ki onu da yapmıyorum zaten) her gün oturup bir bölüm seyrediyorum. Her bölümle birlikte kendime mükellef bir tabak hazırlıyorum, bir keyif yapıyorum anlatamam. 5.bölümü izlediğim şu güne kadar şinitzel,kroket,hindi burger; aperatif olarak da patates kroket,salata,yoğurt ve pilav kombinasyonlarını ve olmazsa olmaz kola tükettim. Üstelik seyir eylerken "lan şu Sawyer gibi ficudum olsun 10 milyar borcum olsun, Kate bana baksın" diyeceğime"yazık lan bu elemanlar adada kroket neyin bulamıyolar" diye hiç utanmadan üzülüyorum. Artık lost izleme saatlerim daha güzel, daha lezzetli.
-Abi kilo almışsın
-Her gün düzenli olarak lost izliyorum.
Neyse efendim fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bu yazı lost üzerine değil aslında. En sonunda 5.sezonu izlemeye başlayayım dedim ve bu yaz günü ders çalışmaktan başka işim gücüm yokken (ki onu da yapmıyorum zaten) her gün oturup bir bölüm seyrediyorum. Her bölümle birlikte kendime mükellef bir tabak hazırlıyorum, bir keyif yapıyorum anlatamam. 5.bölümü izlediğim şu güne kadar şinitzel,kroket,hindi burger; aperatif olarak da patates kroket,salata,yoğurt ve pilav kombinasyonlarını ve olmazsa olmaz kola tükettim. Üstelik seyir eylerken "lan şu Sawyer gibi ficudum olsun 10 milyar borcum olsun, Kate bana baksın" diyeceğime"yazık lan bu elemanlar adada kroket neyin bulamıyolar" diye hiç utanmadan üzülüyorum. Artık lost izleme saatlerim daha güzel, daha lezzetli.
-Abi kilo almışsın
-Her gün düzenli olarak lost izliyorum.
Ne Bir Eksik Ne Bir Fazla
herhangi bir yerde
herhangi bir zaman da
gelebilir mutluluk.
ama sen beklememelisin
o, ateşli bir hatun gibi,
senin onun için çıldırmanı bekler
ve gelmez.
herhangi bir zaman da
gelebilir mutluluk.
ama sen beklememelisin
o, ateşli bir hatun gibi,
senin onun için çıldırmanı bekler
ve gelmez.
26 Temmuz 2009 Pazar
24 Temmuz 2009 Cuma
Arcanum Günlükleri #1
Zeplinimiz ömrümde ilk defa gördüğüm kanatlı uçan araçlar tarafından düşürüldüğünden beri günlerdir yoldayım. Yaşlı gnome'un bana verdiği yüzüğün esrarını araştırıyorum hala. Pek umrumda değil aslında ama içten içe merak etmiyor da değilim. Zeplinimiz süikaste uğradığında pek çok insan öldü, pek çok iyi insan. Ben çok iyi bir adam olamadım hiç, pek çok kötülük yaptım ama böylesini değil. Bunca canı almak için geçerli sebep neymiş çok merak ediyorum.
Kasabanın dış dünya ile tek bağlantısını sağlayan köprüde yol kesip haraç toplayan hödüklerle biraz konuşunca yolumuzdan çekildi salaklar.
Bu arada handa bir yarı-ogre ile karşılaştım. Alkolik olmasına karşın iri yarı cüssesiyle yanımda olması bana güven veriyor. Virgil'de ben gibi çelimsiz olunca grupta kemik kıran birinin olması hayati önem taşıyordu. Neyseki can sıkıntısından küçük grubumuza katılmayı kabul etti. Tarrant'a doğru yola çıktığımızda benden yüzüğü isteyen gnome yolumuzu kesti ve düpedüz tehdit etti. Hogg sayesinde kolayca yere serdik onu. Üzerinden zeplin kazasında hayatta kalanları öldür yazan bir not çıktı. Anlaşılan çok dikkatli olmalıyım. Birileri benim ve yüzüğün peşindeler ama ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Bakalım Tarrant'da bizi neler bekliyor..
Kazadan sonra Virgil adında genç bir rahip bana çok yardımcı oldu. Bu coğrafyayı bilmiyorum. Üstelik yollar çok tehlikeli, her tarafta vahşi yaratıklar var. Tek başıma olmadığım için seviniyorum.
Öte yandan kazadan sonra şansım açıldı diyebilirim. Sanki kendimi yeniden keşfettim. Hayata yeniden başlamış gibiyim, bilmediğim bir coğrafyada, bilmediğim insanlar yepyeni hayatlar ve şehirler. İlk karşıma çıkan Shrouded Hills adında küçük bir maden kasabası oldu. Burası küçük ve sıkıcı gözükmesine rağmen insanlarla konuştukça ilgilenecek pek çok şey olduğu ortaya çıkıyor. Mesela artık kullanılmayan maden de bir hayaletin gezdiği söyleniyor. Bir de kasabanın merkezinde gezinirken yolumu kesen garip gnome var. Yüzüğü bana veren yaşlı gnome'un akrabası olduğunu iddia etti ve benden yüzüğü ona vermemi istedi. Ona güvenmedim. Sinirlendi ve gitti.
Bir gün garip bir şey oldu, kaldığım handa karşılaştığım bir adam kasabadaki bankayı soymayı teklif etti. Acele etmem gerektiğini başka bir çetenin de bunu planladığını ekledi. Önce gittim ve kasabadaki "gerçek" kanun adamı olan doktorla konuştum (evet kasabanın doktoru aynı zamanda bu işlere bakıyor). Bana bankayı soymak isteyen bir çeteden bahsetti ve yardım edersem karşılığını vereceğini söyledi. Kabul ettim. Kısa bir çatışmanın ardından bankanın içinde kıstırdığımız çeteyi hakladık. Tüm kasaba bir kahraman olduğumu düşünüyordu. Ancak onlara bir sürprizim vardı benim. O gece bankayı soydum. Gittim ve bana kasanın şifresini veren arkadaşla yarı yarıya paylaştık.
Bir gün garip bir şey oldu, kaldığım handa karşılaştığım bir adam kasabadaki bankayı soymayı teklif etti. Acele etmem gerektiğini başka bir çetenin de bunu planladığını ekledi. Önce gittim ve kasabadaki "gerçek" kanun adamı olan doktorla konuştum (evet kasabanın doktoru aynı zamanda bu işlere bakıyor). Bana bankayı soymak isteyen bir çeteden bahsetti ve yardım edersem karşılığını vereceğini söyledi. Kabul ettim. Kısa bir çatışmanın ardından bankanın içinde kıstırdığımız çeteyi hakladık. Tüm kasaba bir kahraman olduğumu düşünüyordu. Ancak onlara bir sürprizim vardı benim. O gece bankayı soydum. Gittim ve bana kasanın şifresini veren arkadaşla yarı yarıya paylaştık.
Daha cesetleri yerden kaldırmamışlar bile. Az sonra soyguncuların cansız bedenleri gibi soyulacak bu banka.
Kasabanın tüccarı gnome'un bana verdiği yüzüğün büyük şehir Tarrantdaki esnafın malı olduğunu söyledi. Şimdi onları bulmam gerekiyor, belki bana yüzüğün arkasındaki esrardan bahsederler.Kasabanın dış dünya ile tek bağlantısını sağlayan köprüde yol kesip haraç toplayan hödüklerle biraz konuşunca yolumuzdan çekildi salaklar.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
buk #4
"Kadınlar" adlı kitaptan bir bölüm:
"...Yontulmuş başı alıp arabama koydum. Lydia’nın evine sürüp başı kapının önüne bıraktım. Zili çalmadım. Yürümeye başladım. Kapı açıldı ve Lydia dışarı çıktı.
“Neden bu kadar dangalaksın?” diye sordu.
Döndüm.”Seçici değilsin. Kim olduğu önemli değil senin için, erkek olsun yeter ki. Senin bokunu yemek niyetinde değilim.”
“Ben de senin bokunu yemek niyetinde değilim.”
Arabama yürüdüm, bindim, çalıştı.Bire taktım. Hareket etmedi. İkiyi denedim. Havagazı. Sonra bire döndüm yine. El freninin çekili olup olmadığını kontrol ettim. Hareket yok. Geri vitesi denedim. Geri geri gitti araba. Frene basıp biri denedim yine. Hareket yok. Lydia’ya çok kızgınım hala. Lanet şeyi geri geri sürerim eve kadar, diye geçirdim içimden. Sonra polislerin bana ne bok yediğimi sandığımı soruşları geldi gözümün önüne. Şey, memur bey, kız arkadaşımla atıştık, eve ancak böyle dönebiliyorum.
Lydia’ya o kadar da kızgın değildim artık. Arabadan inip kapısına gittim. Başı içeri almıştı. Kapıyı çaldım.
Lydia açtı kapıyı. “Bak,” dedim, “bir tür cadı mısın sen?”
“Hayır, fahişeyim, unuttun mu?”
“Beni eve bırakman gerekiyor. Arabam sadece geri viteste hareket ediyor. Büyü yapılmış lanet şeye.”
“Ciddi misin?”
“Gel, göstereyim.”
Peşimden arabaya geldi. “Vitesle hiçbir sorunum yoktu. Sonra birden, sadece geri viteste yürümeye başladı. Bu şekilde eve sürecektim az kalsın.”
Bindim arabaya. “Bak şimdi.”
Arabayı çalıştırıp birinci vitese taktım, debriyajı saldım. Araba öne doğru fırladı. İkiye attım. Hızlandı. Sonra üçe. Gayet güzel gidiyordu. Bir U dönüşü yapıp sokağın karşı tarafında park ettim. Lydia geldi.
“Bak,” dedim, “bana inanmak zorundasın. Bir dakika önce araba sadece geri gidiyordu. Şimdi düzeldi. Lütfen inan bana.”
“Sana inanıyorum,” dedi. “Tanrı yaptı. Ben böyle şeylere inanırım.”
“Bir anlamı olmalı.”
“Var.”
İndim arabadan. Evine girdik.
“Şortunu ve ayakkabılarını çıkar,yatağa uzan,” dedi, “önce siyah noktalarını sıkmak istiyorum.”..."
"...Yontulmuş başı alıp arabama koydum. Lydia’nın evine sürüp başı kapının önüne bıraktım. Zili çalmadım. Yürümeye başladım. Kapı açıldı ve Lydia dışarı çıktı.
“Neden bu kadar dangalaksın?” diye sordu.
Döndüm.”Seçici değilsin. Kim olduğu önemli değil senin için, erkek olsun yeter ki. Senin bokunu yemek niyetinde değilim.”
“Ben de senin bokunu yemek niyetinde değilim.”
Arabama yürüdüm, bindim, çalıştı.Bire taktım. Hareket etmedi. İkiyi denedim. Havagazı. Sonra bire döndüm yine. El freninin çekili olup olmadığını kontrol ettim. Hareket yok. Geri vitesi denedim. Geri geri gitti araba. Frene basıp biri denedim yine. Hareket yok. Lydia’ya çok kızgınım hala. Lanet şeyi geri geri sürerim eve kadar, diye geçirdim içimden. Sonra polislerin bana ne bok yediğimi sandığımı soruşları geldi gözümün önüne. Şey, memur bey, kız arkadaşımla atıştık, eve ancak böyle dönebiliyorum.
Lydia’ya o kadar da kızgın değildim artık. Arabadan inip kapısına gittim. Başı içeri almıştı. Kapıyı çaldım.
Lydia açtı kapıyı. “Bak,” dedim, “bir tür cadı mısın sen?”
“Hayır, fahişeyim, unuttun mu?”
“Beni eve bırakman gerekiyor. Arabam sadece geri viteste hareket ediyor. Büyü yapılmış lanet şeye.”
“Ciddi misin?”
“Gel, göstereyim.”
Peşimden arabaya geldi. “Vitesle hiçbir sorunum yoktu. Sonra birden, sadece geri viteste yürümeye başladı. Bu şekilde eve sürecektim az kalsın.”
Bindim arabaya. “Bak şimdi.”
Arabayı çalıştırıp birinci vitese taktım, debriyajı saldım. Araba öne doğru fırladı. İkiye attım. Hızlandı. Sonra üçe. Gayet güzel gidiyordu. Bir U dönüşü yapıp sokağın karşı tarafında park ettim. Lydia geldi.
“Bak,” dedim, “bana inanmak zorundasın. Bir dakika önce araba sadece geri gidiyordu. Şimdi düzeldi. Lütfen inan bana.”
“Sana inanıyorum,” dedi. “Tanrı yaptı. Ben böyle şeylere inanırım.”
“Bir anlamı olmalı.”
“Var.”
İndim arabadan. Evine girdik.
“Şortunu ve ayakkabılarını çıkar,yatağa uzan,” dedi, “önce siyah noktalarını sıkmak istiyorum.”..."
19 Temmuz 2009 Pazar
Büyük Lokmayı Ye
Büyük konuşmamak gerek. Metal konserlerine dazlak kafayla giden tiplere (sebepsiz) sinir olduğumu dillendirmişken, ertesi gün ayna karşısında saçlarımı hizaya sokayım derken neredeyse kazımak zorunda kalmam şahsım adına çok büyük bir ders oldu. Hiç bir konuda büyük konuşmamalı.
Merakla beklediğim Paradise Lost'a az kalsın yetişemeyecek olmam aslında konser hakkında bir ipucu gibiydi. Festival alanı görüş açıma dahil olduğu zaman kulağıma gelen sesler aksini hayal etsem de Paradise Lost'un sahneye çıkmak üzere olduğunun işaretiydi. Hava kararmadan sahneye çıkacaklarını tahmin etmiyordum hiç ama tam kapıda koluma bileklik takarlarken sahneye çıkıp konseri resmen başlattılar. Hemen ortalara doğru yönlendim. Ne zamandır konsere gitmediğimden midir yoksa ortama alışmadan kendimi kalabalığın içine attığım için mi bilmiyorum ilk düşüncem "bu bira ve ter kokusu arasında nasıl hayatta kalacağım" oldu.
İlk defa izlediğim Paradise Lost hakkında çok doğru bir yorum yapamam ama bence iyiydiler. Sahneye gerçekten yakıştığını gördüğüm ender gruplardan olduklarını düşünüyorum. Oldukça karizmatik gözüküyordu her grup elemanı ve epey de kibirliydiler.
"Paradise Lost çok kolpa bir grup, konserleri çok yalan oluyo" diye bir şey duymuştum zamanında nasıl ve nerden bilmiyorum gerçi ama; bu konserde onun doğru olmadığını gördüm. Çatır çatır çalıp gittiler herifler. Ama playlist'i beğenmedim. Çok daha iyi parçaları vardı çalınabilecek. Eski zamanlara fazla takılmışlar gibi geldi. Zaten ortamdaki Kreator için gelmiş leş kitleyi tatmin edemeyecekleri kesindi. Öyle ortaya yanar döner bişeyler olmuş gibi geldi bana.
Merakla beklediğim Paradise Lost'a az kalsın yetişemeyecek olmam aslında konser hakkında bir ipucu gibiydi. Festival alanı görüş açıma dahil olduğu zaman kulağıma gelen sesler aksini hayal etsem de Paradise Lost'un sahneye çıkmak üzere olduğunun işaretiydi. Hava kararmadan sahneye çıkacaklarını tahmin etmiyordum hiç ama tam kapıda koluma bileklik takarlarken sahneye çıkıp konseri resmen başlattılar. Hemen ortalara doğru yönlendim. Ne zamandır konsere gitmediğimden midir yoksa ortama alışmadan kendimi kalabalığın içine attığım için mi bilmiyorum ilk düşüncem "bu bira ve ter kokusu arasında nasıl hayatta kalacağım" oldu.
İlk defa izlediğim Paradise Lost hakkında çok doğru bir yorum yapamam ama bence iyiydiler. Sahneye gerçekten yakıştığını gördüğüm ender gruplardan olduklarını düşünüyorum. Oldukça karizmatik gözüküyordu her grup elemanı ve epey de kibirliydiler.
"Paradise Lost çok kolpa bir grup, konserleri çok yalan oluyo" diye bir şey duymuştum zamanında nasıl ve nerden bilmiyorum gerçi ama; bu konserde onun doğru olmadığını gördüm. Çatır çatır çalıp gittiler herifler. Ama playlist'i beğenmedim. Çok daha iyi parçaları vardı çalınabilecek. Eski zamanlara fazla takılmışlar gibi geldi. Zaten ortamdaki Kreator için gelmiş leş kitleyi tatmin edemeyecekleri kesindi. Öyle ortaya yanar döner bişeyler olmuş gibi geldi bana.
Ortamdaki leş kitle derken, hakikaten Kreator için gelmiş deli bir topluluk vardı. Paradise Lost gibi bir gruba ne işleri var lan bunların der gibi bön bön bakan bir topluluğa karşı çaldı adamlar. Hatta öyle bir muhabbete tanık oldum ki içimden "yuh" diye sövesim geldi. "Paradise Lost'u kimse sevmiyoki herkes sırf elemanlar üzülmesin diye alkışladı falan!?!!?" bu sözün üstüne bişey demek saçma olur.
Bunun sonucu olarak grup keyifsiz gözüküyordu, eğlenmediler pek. Umarım bundan dolayı bir daha gelmemezlik etmezler. Aslında böyle festivallere gelmesinler zaten. Kısacık sürüyor hemen sahneden iniveriyorlar.
Paradise Lost'tan sonra sahneye Kreator çıktı ki ben daha önce hiç dinlememiştim. Zaten thrash karşıtı bir adamım. Yalnız hakkını yememek lazım herifler resmen ortalığı yıktılar! Bir şarkı dinler giderim diyordum yarım saat kadar çakıldım mekanda çünkü mekan yıkılacak çevreden iblisler fışkıracak dünyamıza diye bekledim. Ancak bence Metal Müzisyenleri Derneği bir karar almalı ve 2 dk'dan uzun treş parça yapmak yasaktır diye bir karar almalı. 2dakikayı geçince bayıyor yahu.
Rotting Christ'i kaçırdığım için acayip üzüldüm. Yaz saatiyle gün ortası denebilecek bir saatte çıkıp inmişler sahneden. Festivalde beni heyecanlandıran Paradise Lost ve Amon Amarth ile birlikte üç gruptan birisiydi.Sahne performansları da oldukça iyiydi. Non Serviam falan coşmak güzel olurdu. Çok yazık oldu kaçırdığım.
Festival alanına da değineceğim son olarak; çok küçük,çok kalabalık ve çok kirli. Geçen seneki organizasyon her ne kadar mazlum metalcileri ayakta ziktiyse de mekan acayip güzeldi.
Yine gelsin Paradise Lost, "Unreachable","Prelude to Descent","Don't Belong" falan dinleyelim. 2 saat inmesinler sahneden. bunu saymayız.
16 Temmuz 2009 Perşembe
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Liam Finn
Dizi ve sinema kritiğinden sonra bir de müzik hakkında ahkam kesiyorum ya, valla bu gazdan sonra yarın tiyatro ve opera hakkında bile atıp tutabilirim artık her şey beklenir.
Yeni müzik grupları ve müzisyenler keşfetmek konusunda "very very" yeteneksiz birisi olarak, "Liam Finn"i de bir arkadaşım önerdi. Bir arkadaş dedim diye kızmasın kendisini çok acayip severim, sevişirim bile istese o derece : )
Konumuza dönersek, Liam Finn adamımızın adı. Asıl adı Liam Mullane Finn. İlk solo albümü olan bu "I'll be lightning" 2007 yılında çıkmış. Ne büyük tesadüf ki Flight of The Conchords yazısından bir kaç gün sonra Yeni Zelandada yaşayan bir Avusturalyalı'nın albümünden bahsediyorum. İlginç. Etiketleme özürlüsü olarak last fmden kopya çekecek olursam bu adam Indie,Indie Pop,Folk vb bir türde müzik yapıyor. Anlaşılan henüz pek keşfedilmemiş birisi ki hakkında pek fazla bir şey bulmak mümkün değil. Ekşisözlükte bile hakkında sadece bir entry var.
Albümü ben çok sevdim. Bir akşam canım sıkkındı oturdum saatlerce dinledim. Efkarlandım. Sonra sabah oldu, sabahın köründe matematik dersine gidiyorum bu sıcakta; dedim açayım bi yolda dinleyeyim zaten moralim bozuk. Dinlemeye başlayınca bir de baktım ki önceki akşam hüzünlendiğim şarkılar pek bir keyifli. Gökyüzü,güneş,hayat falan gözüme güzel gözükmeye başladı birden. O zaman farkettim ki hem neşeli hem de hüzünlüymüş bu adam. Her duyguya gideri var yani :D Sesi çok güzel zaten. Şarkı sözleri de pek şıklar. Albümde benim dikkatimi çeken parçalar Better to Be,I'll be Lightning,Fire in Your Belly ve Second Chance. Ama genel olarak tüm şarkılar başarılı.
Böyle de yüzeysel bir albüm kritiği yaparım işte. Yok altyapısı zenginmiş de, yok klavye soundu gitar soundunun önüne geçmiş de bilmemneymiş de..Bi salın artık yahu,relax.. Neyse, özetle güzel bir albüm. Bir dinleyin hele belki teşekkür edersiniz bana.
Yeni müzik grupları ve müzisyenler keşfetmek konusunda "very very" yeteneksiz birisi olarak, "Liam Finn"i de bir arkadaşım önerdi. Bir arkadaş dedim diye kızmasın kendisini çok acayip severim, sevişirim bile istese o derece : )
Konumuza dönersek, Liam Finn adamımızın adı. Asıl adı Liam Mullane Finn. İlk solo albümü olan bu "I'll be lightning" 2007 yılında çıkmış. Ne büyük tesadüf ki Flight of The Conchords yazısından bir kaç gün sonra Yeni Zelandada yaşayan bir Avusturalyalı'nın albümünden bahsediyorum. İlginç. Etiketleme özürlüsü olarak last fmden kopya çekecek olursam bu adam Indie,Indie Pop,Folk vb bir türde müzik yapıyor. Anlaşılan henüz pek keşfedilmemiş birisi ki hakkında pek fazla bir şey bulmak mümkün değil. Ekşisözlükte bile hakkında sadece bir entry var.
Albümü ben çok sevdim. Bir akşam canım sıkkındı oturdum saatlerce dinledim. Efkarlandım. Sonra sabah oldu, sabahın köründe matematik dersine gidiyorum bu sıcakta; dedim açayım bi yolda dinleyeyim zaten moralim bozuk. Dinlemeye başlayınca bir de baktım ki önceki akşam hüzünlendiğim şarkılar pek bir keyifli. Gökyüzü,güneş,hayat falan gözüme güzel gözükmeye başladı birden. O zaman farkettim ki hem neşeli hem de hüzünlüymüş bu adam. Her duyguya gideri var yani :D Sesi çok güzel zaten. Şarkı sözleri de pek şıklar. Albümde benim dikkatimi çeken parçalar Better to Be,I'll be Lightning,Fire in Your Belly ve Second Chance. Ama genel olarak tüm şarkılar başarılı.
Böyle de yüzeysel bir albüm kritiği yaparım işte. Yok altyapısı zenginmiş de, yok klavye soundu gitar soundunun önüne geçmiş de bilmemneymiş de..Bi salın artık yahu,relax.. Neyse, özetle güzel bir albüm. Bir dinleyin hele belki teşekkür edersiniz bana.
9 Temmuz 2009 Perşembe
Buk #3
- İnsanlara dayanamıyorum,hepsinden nefret ediyorum.
- Öyle mi?
- İnsanlardan nefret eder misin?
- Etmem, ama etrafımda olmadıklarında kendimi daha iyi hissediyorum.
Barfly filminden efsane bir diyalog.Bir tane daha gözüme çarpti bunu ararken, onu da eklemek istedim.
- İşte bu kadar.
- Ne?
- İşte şimdi meteliksizim. Bir içki daha alamam.
- Yani sen hiç paran kalmadığını mı söylüyorsun?
- Para yok, iş yok, kira yok. Hey, sonunda normale döndüm!
- Öyle mi?
- İnsanlardan nefret eder misin?
- Etmem, ama etrafımda olmadıklarında kendimi daha iyi hissediyorum.
Barfly filminden efsane bir diyalog.Bir tane daha gözüme çarpti bunu ararken, onu da eklemek istedim.
- İşte bu kadar.
- Ne?
- İşte şimdi meteliksizim. Bir içki daha alamam.
- Yani sen hiç paran kalmadığını mı söylüyorsun?
- Para yok, iş yok, kira yok. Hey, sonunda normale döndüm!
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Danışıklı Dönüşen Robotlar
Öncelikle söylemeliyim ki filme büyük umutlarla gitmedim. İlk filmi izlemiş biri olarak neyle karşılaşacağımı biliyordum. Transformers konusunda belki de hikayeyi iyi bilmediğimden,hiç bir zaman X-Men de olduğu gibi takıntılı olmadım. Bu açıdan eleştirim olmayacak. Ancak bana öyle geliyor ki yönetmen (ki kendisi Michael Bay oluyor) bu filmi kafası iyiyken çekmiş.
Yönetmen sanki benim çocukken yaptığım gibi oyuncaklarıyla bol boğuşmalı, hoplamalı, zıplamalı, dövüşürken ağızdan fiyuv-küüt-ciyuv ciyuv efektli ve bolca tükürük saçmalı bir oyun oynuyormuş gibiydi. Sanki saatler süren oyun sonunda sıkılıp oyunu pat diye bitirmiş, hatta oyuncaklarını da toplamadan televizyon başına Batman ya da Şirinler başlamış mıdır acaba diye oturmuş olmalı. Film süresince bir sürü olay oluyor, bir sürü karakter giriyor, pek çoğu bir anda kayboluyor, iyiler filmin sonuna kadar dayak yiyor ancak mücadeleyi bırakmıyor ve o da nesi yönetmenimiz saatine bakıyor ve hadi gençler vakit çok geç olmuş toparlıyoruz diyor ve klasik son. Hep bir koşturmaca ve garip mantık hataları. Sırf izleyici gülsün sıkılmış olmalı diye aralara sıkıştırılmış saçma sapan sahneler. İnsan gülüyor ama bir taraftan da feci utanıyor “yahu koskoca robotlar bu hallere mi düşeceklerdi” diyerekten. Hele Jetfire’ın al Prime Dayı sana böbreeemi verem de kullanırsın dediği sahne bence rezaletti. Sırf geyik yapmış yönetmen, epeyce eğlenmiş olmalı filmi çekerken. Aralara da bolca Megan Fox memesi,dudağı, bacakları yerleştirmiş ki bunun için para verip sinemalara kadar gelmiş abaza kitleyi de tatmin etmiş. Hoş, tatmin olucak kadar bişey de yoktu ortada ya neyse.
Bir diğer sevmediğim husus da aksiyon sahnelerinin gözle takip edilemeyecek kadar hızlı olması. Son dönemde çekilmiş filmlerde hep bu sorunlar karşılaşıyorum zaten ama kavga edenler tonluk dev metal yığınları olunca neresi kol neresi bacak ayırmayı bırakın, kavga eden tiplerin kim olduğunu bile anlamak güçleşiyor. Bir tek Optimusla Bumble Bee’yi renklerinden ayırt edebiliyordum ama maalesef 10 tonluk robotlar Kung Fu bilince hareketlerini takip etmesi imkansız hale geliyor. Ortada bi hebele lübele dönüp dururken insan sahne bitse de kim ölmüş kim kalmış anlasak der hale geliyor.
İlk filmdeki “Megatron! – Optimus!” atışmasında orgazm olmuş birisi olarak bu filmde beni tatmin edecek bir söz düellosu görmemek de üzdü açıkçası. Aralarda Optimus Abimiz birşeyler diyordu ama altyazıya çevirmediler de farketmedim mi bilmiyorum ama şöyle ağız dolusu bir “Decepticon İTİİİ” diye saydırsalardı pek mesut olacaktım. Bir de Megatron sanki çok vasıfsız olmuş gibi bu filmde. Yahu ilk filmde kıçınız çıkmadı mı arkadaş bu Megatronun elinden şekerini nasıl alırız diye. Herif bir bir dizmedi mi sizi ipe vakti zamanında. E hani nerde ekşına giriyorlar Megatron yerlerde. Bumble Bee bile iki kung fuu tekmeleriyle halledecek o derece vasat koskoca Megathron. Çığlık çığlığa kaçışıyor paso.
Sonuca gelirsek. Ben beğendim,çok eğlenceli vakit geçirdim. Ama şu var ki ben çocukken bir bölümde hayal meyal gördüğüm bi sahneden dolayı Bumble Bee öldü mü lan yoksa diye ağlayan bir çocuktum. Beden derslerinde çok korkmama rağmen bedenci “Otobotlar! Dönüşün!” dediği zaman 3 ters takla 2 parende atabilen bir adamım. Bana “İbrahim Tatlıses Driving Optimus” diye yol filmi çekip izletseler salondan memnun ayrılırdım. Tüm bunlara rağmen standart bir sinema seyircisi olarak açıkçası Transformers 2’yi vasat buldum. İnsan Dark Knight gibi bir filmden sonra çok daha iyi çizgi roman uyarlamaları bekliyor tabiki doğal olarak.
7 Temmuz 2009 Salı
4 Temmuz 2009 Cumartesi
Who is the Boom King?
Çok garip bir dizi bu. Alıştığımız, izlediğimiz dizilere benzemiyor hiç. Çok zekice düşünülmüş, göndermelerle dolu esprilerle dolu değil, ya da ben anlamadım hiç. Ama acayip komik işte. Dizideki karakterlerin hiç birisinden akıllıca bir hareket beklememek lazım. Tam bir durum komedisi. Alışması zor baya. Ama önyargıyı atlatıp da biraz içine girince acayip eğleniliyor.
Jemaine ve Bret olmak üzere iki ana "loser" karakterimiz var. Bu elemanlar Yeni Zelanda'dan gelmiş müzisyenler. Amaçları konserler verip meşhur olmak, para kazanmak, kollarına birkaç tane kız takmak. Bu uğurda onlara yardım edense menejerleri Murray. Murray Yeni Zelanda konsolosluğunda ne iş yaptığını bilmediğim, abuk subuk problemleri olan, her daim pozitif, her daim planlı şeker gibi bi herif. Sadece iki kişilik grubun her toplantısında yoklama almasıyla yarıyor. Ayarladığı konserler bazen otel lobisinde, bazense hiç dinleyicinin olmadığı dandik mekanlarda. Dizi bazen de müzikal havasına bürünüyor ve ikilinin acayip eğlendirici şarkılarının alelade çekilmiş izlenimi veren kliplerini izliyoruz. Bu kliplerde pek çok müzik vidyosu klişesiyle dalga geçiyorlar. Şarkıların sözleriyse muhteşem.
Jemaine: There is only one kind of dance: the Robot.
Bret: And the Robo Boogie.
Jemaine: Oh, yes. Two kinds of dances.
Bölümlerde işlenen konularsa gerçekten orjinal. Aslında orjinal mi abzürd mü desem bilemedim. Konserlerde birbirlerinin yerine teyp kullanmak, aynı kızla aynı anda çıkmak, 4 m2 lik odaya taşınmak ve üstelik de o odada parti vermek vb pek çok saçmalığa kahkahalarla yarılmak mümkün. Sürekli işte şimdi şansları döndü, bir kızı tavladılar derken yine aptalca bir sebepten başladıkları yere dönüyorlar.Bret: And the Robo Boogie.
Jemaine: Oh, yes. Two kinds of dances.
"Mel: Does... does Bret's girlfriend look anything like me? A bit?
Murray: A little bit. 'Round the eyes.
Mel: Oh yeah? Big eyes, huh?
Murray: Well she's... she's got eyes."
İşin ilginç tarafı bu ikili gerçekten var. Gerçekten de Yeni Zelandalı olan grup, epeyce de ün sahibi ve dizide kullandıkları parçaları çaldıkları konserler (ya da stand up şovlar şimdi bilemeyeceğim) veriyorlar. Youtube da vidyolarını bulmak mümkün.
Dizide bol bol Yeni Zelanda aksanıyla karşılaşılıyor ve ciddi anlamda altyazıya ihtiyaç duyuyor insan izlerken. Özellikle pek çok kelimeyi normal (en azından bizim alıştığımız) İngilizceden farklı telaffuz ediyorlar ve zaman zaman dizide bununla ilgili hoş diyaloglara da rastlamak mümkün.
Murray: He may be dead.
Dave: He maybe did what?
Murray: He may be dead.
Dave: I know, but what did he maybe do?
Murray: He may be dead.
Dave: Yeah, maybe he did, maybe he didn't. What did he maybe do?
Bret: No, he may be dead.
Dave: Are you guys fucking with me?
Blogun gazına ilk defa kritik yapıyorum. Biraz da zorlama oldu ya neyse artık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)