25 Kasım 2009 Çarşamba

Nosferatu #1

1931 tarihli ilk Dracula filminden tebessüm ettiren harika bir replik.

Kont şatosunda ağırladığı misafirine şarap ikram eder:

Renfield: Aren't you drinking?
Dracula: I never drink ..... "wine"


Bitsin

Ben sıkıldım artık şu Barcelona'dan. Çakma taraftarlarından da bıktım. Hayır öyle bir noktaya geldi ki zevk almıyorum. 70% e 30% topla oynama oranları olan bir maç nasıl zevkli olabilir ki? Sadece kazanmaya ve gol atmaya endeksli insanlar için eğlenceli olabilir ama, bu işin bir de rekabet kısmı var. Geçen sene Roma'da Barça Manchester'a topu göstermezken, koskoca Şampiyonlar Ligi finaline yakıştı mı yani?
İstiyorum ki bir takım çıksın, Barça'yı eze eze yensin. Sanırım son 2 sezon boyunca böyle bir şey hiç gerçekleşmedi. Umudum Real Madrid. Hey Allahım, bir zamanlar Zidane'lı Figo'lu kadrosuyla nefret ettiğim takımı, bugün C.Ronaldo gibi antipatik bir adama rağmen destekliyorum. Nereden nereye.

Maç sonrası Morinho "Plakasını aldınız mı?" diyerek basın mensuplarını güldürdü.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Rocky yaz "Eye of The Tiger" Cebine gelsin

Rambo bacısının üzerinde suşi yiyen Uzak Doğuluları mermi manyağı yaparken

Uzun zamandır televizyonda film izlemiyordum. Özellikle hemen her sahnede sansür konulması, filmin gereksiz görülen kısımlarının kesilmesi olsun televizyonda film seyretmekten insanı soğutmaması mümkün değil. Memleketin abzürd sansür politikası ve hiç bir alanında olmadığı gibi sinema sanatına da saygı gösterilmediği için saçma sapan yayınlar izliyoruz. Açık kanalı geçtim, parasını verip aldığım bazı dvdlerde bile pornografik sahnelerin kesildiğine şahit oldum. Diyecek bişey yok. Ondan sonra da internetten indirmek çalmaktır, korsana destek olmayın vs. Bu kafa değişmediği sürece müstehaktır herkese.
İşte hastalık yüzünden camış gibi televizyon karşısında yatarak geçirdiğim bu pazar günü, Shot Tv'de Rambo 4'e rastladım. Çok sıkı bir film beklemediğim için ve yapacak başka şey de olmadığı için prensibimi askıya aldım. Zaten uzuuuun süredir şöyle eski moda aksiyon filmi izlemek istiyordum.
Rambo beni yanıltmadı. 80 kuşağının en büyük idollerinden birisi olan John Rambo, bu geri dönüş filminde yine kesiyor, biçiyor, tarıyor, vuruyor, patlatıyor, tuzak kuruyor, binbir türlü kurnazlığa başvuruyor ve kendisine özgü az konuşan pis bakışlarıyla bol bol caka satıyor.
Filmi izlerken nutkum tutuldu diyebilirim. Üstelik de film boyunca sağlı sollu çıkan garip reklamlar bile dikkatimi dağıtamadı bazen. Hele bir toplu savaş sahnesi vardı ki, aman aman.. Her şey o kadar hızlıydı ki benzer sahnelerde uygulanan buzlu sansür kullanmaya zaman bulamamış olacaklar ki, kafalar patlıyor, uzuvlar etrafa saçılıyor, oluk oluk kan akıyor.
Film yine yetenekli Amerikan askerlerinin cani, vahşi, eğlence olsun diye adam öldüren Uzak Doğuluları katletmesi üzerine kurulu. Ama kim takar ki? Eski moda film işte. Biz yakın tarihimizle ilgili filmler, kitaplar üretirken vatan-millet-sakarya diyoruz. Amerikalılar yapınca mı iyy milliyetçi bastards diyeceğiz.Saçma.
Filmin sonunda akan kreditsle birlikte çalan cool müzikle bu 1,5 saatlik vahşet filminin bittiğine uzaklara dalan gözlerle bünye yavaş yavaş alışırken, yırtık dondan fırlar gibi beliren 24 parça porselen takımı reklamı beni hemen kendime getirdi.

20 Kasım 2009 Cuma

Dedim Oğlum Sen Rahatsız mısın?


Ne yaptın be Henry?

Arsenal yıllarından sever(d)im kendisini. Süper topçuydu. Şutları, hızı, driblingi, fiziği, hava hakimiyeti, frikikleri kısaca komple topçuydu.

Sonra Barcelonaya geçti. Benim için orda bitmişti zaten. Büyük bir hezimetle sonuçlanan Arsenal-Barca finalinden sonra, yine takımı sırtlamasını, Milan'ın Liverpool'a yaptığı gibi intikamını almasını isterdim. Ama o kolay yolu seçti. Kazanan takıma transfer oldu.


Bir gün bir Fransa maçında hakemi aldatmaya yönelik hareketine şahit oldum. Spiker, görüntülerin tekrarını izlerken "Henry böyle bi futbolcu değildir aslında" demişti (O nerden biliyorsa) Ama gözümle görmüştüm bu aldatmacayı. O günden sonra da başka gözle bakar oldum.

Yıllar birbirini kovaladı ve bizim çocukluk kahramanlarından Henry 30'unu geride bıraktı. Derslerde sıkıldığımızda hayali 11lerimize aldığımız Henry; Dünya Kupası, Şampiyonlar Ligi, La Liga, Premier Lig ve diğer pek çok kupayı kaldıran Thiery Henry, kayda değer hiç bir başarısı olmayan, en iyi oyuncuları Premier Lig'in başaltı takımlarında koşturan, Dünya Kupasında sadece sahaya adımını atmanın hayaliyle mutlu olabilen İrlandalılar karşısında uzatma dakikalarında topu eliyle düzettikten sonra içeriye çıkarttı ve Gallas'ın golünün asistini yapmış oldu.

Golden sonra çılgın gibi sevinen, "Ben hakem değilim, önemli olan Dünya Kupası'na gitmekti" diyen Henry beni yanıltmadı. Bu kez nasıl bir topçu olduğunu tüm dünyaya gösterdi.


Henry'nin savunulmasına katlanamıyorum. Kendimi o anda onun yerine koyuyorum, maçın adrenaliyle top üzerime geliyor ve bir anda topu elimle düzeltiyorum. Buraya kadar herşey normal. Sonra hakem bu olayı görmüyor ve benim verdiğim pas gol oluyor. Buraya kadar da aslında çok da sıradışı bir durum yok. Futbol sahalarında hep gördük bu ve buna benzer pozisyonları.
Ancak yapma bunu be Henry. Golden sonra gidip hayır ben elimle attım demenin yükü çok ağır biliyorum. Hiç bir oyuncu koca bir ulusun kaderini etkileyecek böyle bir şey söyleyemez. Ama çok mu zor biraz insan olmak. Efendi gibi sevinmek. Üzgün olduğunu belirtmek. Maçtan sonra kendini affetirecek birkaç lakırdı etmek. Bu kadar mı duyarsızlaştın. Profesyonel bir futbolcunun kazanabileceği bütün başarıları kazanan, ırkçılığa karşı mücadele eden, Unicef için çalışan, pek çok sosyal sorumluluk projesinde yer alan topluma örnek bir topçu olarak; bir Dünya Kupası daha uğruna değer miydi?


Youtube'da görüntüleri izlerken bir yabancının yorumu çok hoşuma gitti. Aklımda kaldığınca paylaşmak istiyorum: " Çocuklarımıza her zaman hile yapmamalarını, hileyle kazananların aslında gerçek kaybedenler olduğunu öğütleriz. Peki ya bu olanları ben çocuğuma nasıl açıklayacağım?"

Açıkçası Henry'nin bu hareketinin karşılıksız kalacağını sanmıyorum. Hem Henry hem de Fransa günün birinde bu haksız kazancın faturasını ödeyecekler. İrlanda ise elbet çalınan emeğinin karşılığını bir gün alacak. Peki ama bugün bu maçı seyreden çocuklarımıza ne diyeceğiz?

Çocuklara neden kötü örnek oldun Henry?

15 Kasım 2009 Pazar

10 Kasım 2009 Salı

The Sims?

Artık kim bunun sorumlusu bilmiyorum ama, benim mood çubuğumu da bi yepyeşil hale getirse diyorum. Yazık bu sim kuluna, duyuyor musun oyuncu?

9 Kasım 2009 Pazartesi

4.hafta Sonunda


Şampiyonlar liginde 4. haftayı geride bıraktık. 3.haftada takım halinde sıçış yaşayarak alınan 13 küsür puanın ardından takımım hırs yaptı ve 4. haftayı 78 puan toplayarak kapattık. Arshavin 3 asistle, Lisandro 1 gol ve defansın bağrından kopup gelen Berezutsky attığı golle haftanın öne çıkan isimleriydi. Keza Kaka da istikrarlı biçimde sürdürüyor çıkışını. 4.haftadaki en büyük yanlışımsa, kadrodan Şevçenkoyu çıkartıp yerine Inzaghiyi almak oldu. Inter'e bi tane sallayan Şevo, bakalım önümüzdeki 2 hafta beni daha da fena pişman edecek mi.
5. haftaya girilirken neler değişti peki. Defansta oynama fırsatı bulamayan Wolfsburglu Barzaglinin yerine Juventustan Grosso'yu aldım. Juventusun grubunda işlerin kızışmasından dolayı Juventus ve Grosso muhtemelen ayağını yere sağlam basacaktır. Grosso'nun fiyatı dolayısıyla orta sahada Rothen'i bıraktım ve yerine oldukça ucuz olan Brandan'ı aldım. Unirea Urziceni'nin bu oyuncusunun adını ilk kez duyuyorum ki zaten takımın yedek oyuncusu olacak kendisi.
Asıl yapmak istediğim transfer aslında O.Lyon'un kalecisi Lloris. İzlediğim maçlarda acayip etkilendim kendisinden. Liverpool'a karşı muazzam mücadele etti. Ancak bu haftaki Fiorentina karşılaşmasına güvenemediğim için kendisini kadroya henüz dahil etmedim. Önümüzdeki hafta veya 2.turda kendisini takımda görmek istiyorum.

Hugo Lloris; O.Lyon'un 1.88 boyundaki güven veren file bekçisi düzgün fiziği, sert şutları ve adem elmasıyla tanınıyor.

Önümüzdeki hafta Zurich önünde mutlak bir galibiyete ihtiyacı olduğu için coşması beklediğim Madrid'in Kakasını Arshavin yerine kaptan yaptım. Kalede tercihim Helton gibi gözüküyor. Çünkü Barcelona karşısında ne yapacağını kestiremediğim için J.Cesar şimdilik ikinci ihtimal. Belki maç günü tercihimi değiştirebilirim.


FC LeChuck'ın kendisiyle ilgilendiğiyle ilgili iddialara karşılık olarak Lloris basın mensuplarına dil çıkarttı. Lyon'da takım arkadaşlarının Einstein lakabını taktığı Lloris'in bu hareketi, Mersin İdman Yurdu ile prensipte anlaştığı yönünde çıkan söylentileri kuvvetlendirdi.

6 Kasım 2009 Cuma

Mardin Notları ve Çocuklar..

Mardin'e gidip de geleli bir ay oldu ama ben uçmalı kaçmalı bir ay yaşadığım için oturup da yazamadım bi türlü.

Hayatımda ilk defa güneydoğu sınırları içerisine ayak basmaktan çok mutlu oldum. Kocaman bir ülkede yaşıyoruz ve küçük bir üçgende kapana kısılmışız çoğumuz. Çıkıp gezmek lazım. Gezdikçe insan bazı önyargılarla yaşadığını farkediyor. Bu önyargılar iyi de olabilir, kötü de. Bir yerleri gidip görmeden, hakkında atıp tuttuğunu insanın farketmesi çok zor.

Yolculuk başlamadan önce, uçağa binerken yapılabilecek bütün kötü esprileri yaptım. Maazallah bir daha binemeyiz falan, içimizde kalmasın hepsi bir kerede çıksın da rahatlayayım :)

Uçaktan inen valizlerin hareketli bantlarda bekleme odasına ulaşması ve yolcuların bavullarını karizma hareketlerle alıp gitmesi. Bir türlü istediğim randımanı alamasam da çok havalı : D

Mardin öyle bir kent ki, evinizin terasında oturup çayınızı içerken Mezopotamya manzarasına dalıp gidebilirsiniz. Nasıl ki İstanbul'un Boğaziçisi varsa, Mardin'in de kente karakter katan Mezopotamyası ve kupkuru bir iklimi var.

Mardin beklediğimden daha güzeldi. İşin doğrusunu itiraf etmek gerekirse, ne beklediğimi bilmiyordum. Oraya gidene kadar çok sınırlı bilgiye sahiptim ve gidince memnun kalmayacağımı düşünüyordum. Beklentimi düşük tutunca memnun kaldım tabi. Ama bunu şehirde gezdiğim süre içerisinde değil de döndükten sonra farkettim. Kaldığım süre boyunca sıcaktan, kuruluktan, kötü kokulardan, yemeklerden, çaydan falan herşeyden şikayet ettim. İstanbul'a dönünce aslında güzeldi lan demeye başladım.

İnsanlar çok kibar, hepsi yardımcı olmaya çalışan, hoşgörülü yurdum insanı. Özellikle buna çok şaşırdım. Ben gittiğimde insanların kötü gözle bakacağını, sokakta güvende dolaşamayacağımı düşünüyordum. Ama orada farkettim ki, İstanbul'un pek çok bölgesinden daha güvenli ve huzurlu bir ortam var. Tabii ki bu Mardin'in çok kültürlü bir inanç şehri olmasının sonucu. Burada insanlar farklı dinlere saygı göstermesini öğrenmişler. Sadece Türkiye için değil, tüm dünya için güzel bir örnek. Elbette birkaç günlük bir gezinin gözlemlerine dayanarak bu kadar büyük konuşmak doğru değil ama, benim izlenimlerim çok olumluydu.

Çocuk, çocuk, çocuk.. Her yer çocuk. Her yerden çıkıyorlar. Adamın çevresini sarıyorlar, fotoğraf çekmeni istiyorlar, seni turist sanıp "hello" diyorlar. Hatta abartıp hareket çeken, küfür eden bile oluyor. Ama çok sessiz çocuklar da vardı. Kimisi yaşından beklenmeyecek şekilde olgun, kimisi çok sevimli. Yılışık olmadığı sürece tüm çocukları seviyorum.

Bu iki kafadar muhteşemdi. Her taraftan insanın üstüne atlayan canavar veletlerle dolu bir şehirde, bu kadar naif, bu kadar efendi, bu kadar olgun iki mavi önlüklüyle karşılaşmak çok şaşırtıcıydı. Stadyumun önünden geçerken gençlerden birisi bulduğu küçücük bir aralıktan sahaya çabucak göz attı. Bana çocukken Atatürk Stadyumunun kale arkasındaki küçük aralıklarından oynana maçı izlemeye çalıştığım günleri hatırlattı. Sonra diğer arkadaşı geldi. Fotoğraflarını çekmek istedim, gölgede olunca iyi çıkmadı. "Kötü çıktı" dedim, amacım bir daha çekmekti ama çocuklar hiç istiflerini bozmadan yürümeye devam ettiler. Karanlık çıkmıştır dediler büyük bir ağır başlılıkla. Aslında çok güzel çıkmışlar, üzüldüm, keşki kötü demeseydim.

Mardin inişli çıkışlı bir şehir. Burda kötü niyetli birisi olsa, bir köşede canlı canlı yer sizi, kimse de farketmez. Cüzdanınızı kapıp kaçsalar, takip edemezsiniz. O kadar karışık. İşte bir sokakta bu ufaklıklarla karşılaştık. Bunlar canavar dediğim çocuklardandı. Hemen beni çek beni çek muhabbetine başladılar. Çektim. Sonra ikisini, sonra diğer ikisini. Sonra bir kere ben çekebilir miyim dedi büyük kızlardan birisi. Bir an için makineyi kapıp kaçabileceğini düşündüğümü utanarak itiraf ediyorum. Ama neyseki bu korku beni engellemedi. Küçük kız bizi çekti, sonra öteki. Ufak çocuksa cadı ablalarının yanında pek sessiz sedasızdı. Sen de çekmek ister misin diye sordum, o beceremez dediler. "Becerebilir misin?" diye sordum, gözleri parladı ufaklığın, "Beceririm!" dedi. Sonra o da bizi çekti. En son da ben hepimizi çektim :)

Bu ikisini de habersiz çekecektim, sonra beni görüp poz verdiler. Ama sonra çektiğimin fotoğrafa bile bakmadan fener formalının "allright" işaretiyle birlikte selamlaşıp uzaklaştım. Cool çocuklardı :)

Küfi yazı denilen bir şey var. Cami girişlerinde, minarelerde karşımıza çıkıyor sürekli. Arapça hat sanatında kullanılan bir yazı türüymüş. Dik ve köşeli harflerle yapılıyor. Bana çok estetik geldi. Bir gün böyle bir dövme tasarlamak isterim kendim için.

Yemek, yemek, yemek.. Her yer kebap, her yer kasap. Güzel şeyler de yedim, ama ilk defa damak tadıma uymayan şeyler de çıktı karşıma. Midem bozulayazdı bir ara.

Döndükten sonra yaşadığım ilk şok iphoneumun şarj aletini öğretmen evinde unuttuğumu farketmek oldu. Sonra kargoyla yolladılar çok şükür.

Mardin'i, dar sokakları ve hoşgörülü kibar insanlarıyla hatırlayacağım. Tam bir kültür doygunluğu yaşadım. Her köşede konuşulan başka bir dil, yaşatılan farklı bir din, farklı hayatlar vardı. Gidip gördüğüm için çok mutluyum. Umarım bir gün yine yolum düşer de, adını hala söyleyemediğim Darülzaferan Manastırı gibi gidemediğim, göremediğim yerleri de görme fırsatını bulurum :)

2 Kasım 2009 Pazartesi

buk #5

...
daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler...

...müşfik davranmıyor insanlar birbirine.

(buhran)